İmralı görüşmesi, demokratik dönüşüm ihtimalini yaratabilir 2025-12-05 09:03:23   Melike Aydın   İZMİR – Prof. Dr. Şebnem Oğuz, İmralı görüşmesinin ancak toplumsal katılımla birleştiğinde gerçek bir demokratik dönüşüm ihtimalini yaratabileceğini söyledi.   TBMM Komisyonu’nun Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile yürüttüğü görüşme, sürecin kritik dönemeçlerinden biri olarak görülüyor. CHP’nin komisyona üye vermediği bu temasın, ne kendi başına tarihsel bir çözüm ne de sıradan bir ayrıntı olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Şebnem Oğuz, asıl belirleyenin bu adımın etrafında şekillenecek toplumsal-siyasal hat olduğunu ifade etti.   “Bu ihtimal ise ancak sürecin toplumdan yalıtılmış bir teknik görüşme olmaktan çıkarak kamusal bir tartışmaya dönüşmesiyle güç kazanabilir.”   *Komisyon–İmralı görüşmesinin “tarihi bir adım” olarak tanımlanmasına neden olan siyasal ve toplumsal dinamikleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu adımın, Kürt sorununun çözümünde yeni bir paradigmayı mümkün kıldığına dair işaretler sizce neler?   Komisyonun İmralı görüşmesini “tarihi bir adım” olarak tanımlamasının iki düzlemi var: Birincisi mevcut rejimin işleyiş mantığı, ikincisi ise bu adımın açtığı tarihsel olanak. 2015’ten bu yana devlet, Kürt halkına karşı süreklileşmiş savaş rejimini, kayyum politikalarını, ağır tecrit uygulamalarını ve toplu yargılamaları olağan bir yönetim tekniğine dönüştürdü. Bu stratejinin özü, Kürt meselesini toplumun gözünden uzak tutmak; cezaevi duvarları, sınır ötesi operasyonlar ve medya karartmalarıyla görünmezleştirmekti. Böyle bir dönemde bir Meclis komisyonunun İmralı’ya gidebilmiş olması, bu kapatma mekanizmasında önemli bir yarık açıyor. “Tarihi” nitelemesi de tam olarak buradan güç alıyor: Siyasi alanın tamamen daraltıldığı bir bağlamda müzakere fikrinin yeniden görünür hâle gelmesi önemli bir kırılmadır. Üstelik bu kırılma, devletin yalnızca askerî bir strateji değil, aynı zamanda savaşa dayalı bir sermaye birikim mekanizması yürüttüğü bir dönemde ortaya çıkıyor. Kayyum politikalarıyla iç içe ilerleyen ekstraktivizm–inşaat–enerji projeleri, hem kolonyal bir yönetim biçiminin hem de savaşa dayalı birikim modelinin altyapısını oluşturuyor. Meclis’in İmralı’ya gitmesi, bu bütüncül mekanizma içinde küçük ama gerçek bir siyasal çatlak anlamına geliyor.   Fakat asıl kritik soru şu: Bu adım gerçekten “yeni bir paradigma” ihtimalini mi işaret ediyor? Paradigma değişiminden söz edilecekse, bunun yalnızca güvenlik dışı bir dile geçişten ibaret olmadığı; Kürt meselesinin eşitlik, özgürlük, yerel demokrasi, kadın özgürlüğü ve yaşam alanlarının korunmasıyla birlikte ele alınması gerektiği görülmelidir. Henüz bu dönüşümü güvence altına alan bir siyasal çerçeve yok; ancak bu yönde bir ihtimal doğmuş durumda. Bu ihtimal ise ancak sürecin toplumdan yalıtılmış bir teknik görüşme olmaktan çıkarak kamusal bir tartışmaya dönüşmesiyle güç kazanabilir.   “Toplumsal düzeyde güven ise ancak kadınların, gençlerin, emekçilerin ve ekoloji hareketlerinin kendi deneyimleriyle sürece katılabildiği bir siyasal alanla kurulabilir.”   *Bu görüşmelerin ardından devlet, hükümet ve toplum düzeyinde hangi adımların gelmesi gerekir? Barış ve müzakere süreçlerinde “güven artırıcı” politikaların kısa vadede nasıl inşa edilebileceğini düşünüyorsunuz?   Güven artırıcı önlemler söz konusu olduğunda genellikle diplomatik ve teknik başlıklar sıralanır; oysa güvenin temeli önce şiddetin geri çekilmesidir. Devlet ve hükümet düzeyinde atılması gereken en acil adımların başında askerî operasyonların durdurulması ve Rojava’ya yönelik savaş tehditlerinin geri çekilmesi gelir. Bir yandan İmralı ile temas sürerken, diğer yandan sınır ötesi savaş politikasını tırmandırmak barışa değil “daha iyi yönetilen bir savaş rejimine” işaret eder. İkinci olarak siyasi tutsaklara dönük keyfi cezalandırma mekanizmalarının sona erdirilmesi gereklidir. Üçüncü olarak da kayyum rejiminin son bulması şarttır; halkın seçilmiş iradesine sistematik olarak el koyan bir devlet, barış sürecinde muhatap olarak kendisine güvenilmesini bekleyemez. Toplumsal düzeyde güven ise ancak kadınların, gençlerin, emekçilerin ve ekoloji hareketlerinin kendi deneyimleriyle sürece katılabildiği bir siyasal alanla kurulabilir. Örneğin zorla göç ettirilmiş yoksul Kürtlerin işçileşme biçimleri, kadınların hem devlet şiddeti hem savaş rejiminin yükü altındaki konumu, ekolojik yıkımın savaş politikalarıyla iç içe geçişi gibi başlıkların ele alındığı ortak zeminlerin oluşması gerekir.   “Ayrıca barış süreçlerine katılmak sadece bir komisyona isim vermek değil; aynı zamanda geçmişteki inkâr ve bastırma politikalarındaki kendi tarihsel rolüyle yüzleşmeyi gerektirir.”   *CHP’nin heyete üye vermeme tavrı, Türkiye’deki muhalefetin barış ve demokratik çözüm süreçlerine yaklaşımını nasıl etkiliyor? CHP’nin bu süreçte üstlenebileceği rol veya kaçırdığı fırsat sizce nedir? Bundan sonra ne yapması gerekiyor?   CHP’nin İmralı komisyonuna üye vermemesi, partinin rejim içindeki yerini yeniden tarif eden siyasal bir karardır. CHP, barışı mümkün olduğunca devletin kontrolü altında tutmak istiyor. Bu nedenle komisyona üye vermemek, aynı zamanda “bu sürecin sorumluluğunu da riskini de üstlenmek istemiyoruz” anlamına gelir. Bu karar, CHP açısından büyük bir fırsatın kaçırılması demektir. Eğer CHP bu heyette yer alsaydı, hem Kürt halkına hem Türkiye toplumuna şu mesajı verebilirdi: “Bu ülkenin geleceğini, barışın toplumsallaşmasını ve demokratikleşmeyi Kürtlerle birlikte düşünmeye hazırız.” Oysa bunun tam tersini yaparak kendisini yeniden devlet merkezli bir çizgiye çekti. Böylece hem DEM Parti ile kurulabilecek stratejik bir ortaklaşmayı zayıflattı hem de “Kürt meselesi söz konusu olduğunda kolonyal sınırların dışına çıkmayız” mesajı vermiş oldu. Bundan sonra ne yapması gerektiğine gelirsek: CHP’nin ilk adımı, Kürt meselesini parti programında soyut birkaç cümleyle geçiştirilen bir başlık olmaktan çıkarmak; Kürt halkının taleplerini meşru siyasal talepler olarak tanıdığını açıkça ifade etmek olmalıdır. Ayrıca barış süreçlerine katılmak sadece bir komisyona isim vermek değil; aynı zamanda geçmişteki inkâr ve bastırma politikalarındaki kendi tarihsel rolüyle yüzleşmeyi gerektirir. Şu anda gördüğümüz ise bunun tam tersi yönde, ulusalcı bir hatta doğru geri çekilmedir.   “Bu adımlar, barış siyasetinin yalnız söylemsel değil, gündelik pratikler üzerinden inşa edilmesini sağlayabilir.”   *Türkiye’deki siyasal yelpazenin geniş kesimlerini, Kürt hareketi, sosyalistler, feminist hareket, emek örgütleri, Alevi hareketi ve demokratik kitle örgütlerini kapsayacak bir barış siyasetinin inşası mümkün mü? Böyle bir siyaset hangi ilkeleri ve pratikleri merkezine almalı?   Böyle bir barış siyasetinin inşası hem mümkün hem de tarihsel olarak zorunludur. Çünkü günümüz faşizmi yalnızca Kürtlere değil; işçilere, kadınlara, Alevilere, göçmenlere ve doğaya yönelen sürekli bir şiddet rejimi olarak işliyor. Mücadelelerin her birinin kendi alanına sıkışması faşizmin işine yarıyor. Bu nedenle barış siyasetinin yalnızca silahların susmasına değil, tüm bu mücadele alanlarının ortaklaşmasına bağlanan bir hat kurmak gerekiyor. Bu siyasetin üç temel ilkesi olmalıdır. İlki, anti-kolonyal bir perspektiftir; Kürt coğrafyasının iç sömürge niteliği değişmeden Türkiye’de demokratikleşme mümkün değildir. İkincisi, patriyarkanın karşısında konumlanmasıdır; çünkü patriyarkal devletin savaş rejimi, aynı zamanda kadın bedenine, emeğine ve özgürlüğüne yönelik sistematik bir saldırıdır. Üçüncüsü ise ekolojik ve emek temelli bir yaklaşımı merkeze almasıdır. Barış, maden, enerji ve inşaat projelerinin önünü açan bir “kalkınma aracı” değil; ekstraktivizme, yağmaya ve güvencesizliğe karşı toplumsal direnişin adı olmalıdır.   Pratik düzeyde ise Kürt illeri ile batı kentleri arasında kalıcı dayanışma ağlarının kurulması, kadın, ekoloji ve emek mücadelelerinin savaş karşıtı bir dille birbirine eklemlenmesi, cezaevlerindeki direnişlerle dışarıdaki toplumsal hareketler arasında organik bağlar kurulması, gençlik hareketinin militarizme karşı söz üretmesi ve Alevi hareketi ile Kürt halkının talepleri arasında somut köprülerin oluşturulması önemlidir. Bu adımlar, barış siyasetinin yalnız söylemsel değil, gündelik pratikler üzerinden inşa edilmesini sağlayabilir.   “Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından önemli bir kırılma anına dönüşebilir. Aksi hâlde devletin kolonyal sürekliliğini yeniden üreten ve ‘daha iyi yönetilen bir savaş rejimi’ne yedeklenen sınırlı bir manevra olarak kalma riski taşır.”   *Komisyon–İmralı görüşmesinin, sadece Kürt sorunu açısından değil, Türkiye’nin genel demokratik dönüşümü bakımından yaratabileceği etkileri nasıl okuyorsunuz? Bu adımı daha geniş bir demokratikleşme sürecine taşımak için hangi stratejik politikalar izlenmeli?   Komisyon–İmralı görüşmesini yalnızca “Kürt sorunu” başlığına indirgemek, bu adımın taşıdığı potansiyeli daraltır. Çünkü Kürt sorunu, Türkiye’de devletin kuruluşundan beri devam eden kolonyal ilişkilerin en görünür olduğu alandır. Dolayısıyla bu alanda atılan her adım, devletin bütünü açısından bir demokratik dönüşüm ihtimali barındırır. İmralı’ya giden yol gerçekten açılırsa, yalnızca Kürtlerle devlet arasındaki ilişki değil; yargının işleyişi, güvenlik aygıtı, Meclis’in rolü, yerel yönetimlerin yetkileri ve medyanın konumu da dönüşmek zorunda kalır.   Bunu daha geniş bir demokratikleşme sürecine taşımak için üç stratejik politika hattından söz edebiliriz. Birincisi, barışın toplumsallaştırılmasıdır; yani barış sürecini teknik müzakereler düzeyinden çıkarıp kadın örgütlerinden sendikalara, ekoloji hareketlerinden gençlik örgütlerine kadar geniş bir yelpazenin katıldığı bir toplumsal tartışma süreci hâline getirmek. İkincisi, barışı anti-faşist bir perspektife oturtmaktır. Savaş ve faşizm bugün birbirinden ayrılabilir olgular değildir; savaş rejimi, faşizmin ekonomik ve politik altyapısını oluşturuyor. Dolayısıyla barış mücadelesi aynı anda yargı şiddetine, medya tekeline ve paramiliter yapılara karşı bir mücadele olarak da kurulmalıdır. Üçüncüsü ise barışın ekonomi-politik boyutunu görünür kılmaktır: Savaşın birikim rejimi hâline geldiği bir dönemde barış, aynı zamanda mülksüzleştirme mekanizmalarına, mega projelere, fosil kapitalizme ve militarist yatırım politikalarına karşı bir toplumsal ekonomi tartışmasını da gerektirir.   Sonuç olarak; Komisyon–İmralı görüşmesi kendi başına ne mucizevi bir çözüm ne de önemsiz bir detaydır. Bu adımın etrafında hangi toplumsal güçlerin nasıl bir siyasal hat kuracağı belirleyici olacaktır. Eğer bu hat, Kürt hareketinin özgürlük perspektifi ile sosyalistlerin, kadın, emek ve ekoloji hareketlerinin kurucu enerjisini buluşturabilirse, görüşme Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından önemli bir kırılma anına dönüşebilir. Aksi hâlde devletin kolonyal sürekliliğini yeniden üreten ve “daha iyi yönetilen bir savaş rejimi”ne yedeklenen sınırlı bir manevra olarak kalma riski taşır.