Sosyalist doğulmaz, olunur (3) 2025-10-31 09:03:49   “Kadını sadece devrimci bir araç olarak konumlandırmak, onun çok boyutlu özgürleşme mücadelesini gölgeleyen önemli bir eksikliktir. Kadın, devrimde yalnızca yoldaş değil; özgürlüğün, değişimin ve toplumsal dönüşümün yaratıcısıdır.”   Fatma Koçak   Ekim Devrimi’nin önderi Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin’in düşünceleri, Sovyet sosyalizminin kadınların kurtuluşuna dair yaklaşımını şekillendirmiştir. Lenin’in şu sözleri, kadınların devrimdeki yerini vurgulayan önemli ifadelerden biridir: “Kadın, eşit haklı bir üyesi olduğu yeni toplumun aktif bir yaratıcısı, tam yetenekli işçisi olmalıdır.” (V. İ. Lenin, Kadınların Kurtuluşu)   Lenin’in kadınlara dair teorik görüşlerinin özel yaşamındaki yansıması ise eşi Nadejda Krupskaya ile olan ilişkisi üzerinden analiz edilebilir. Krupskaya, Lenin’le benzer ideolojik görüşleri paylaşan bir devrimciydi ve siyasi yaşamında en yakın destekçilerinden biriydi. Ancak bu ilişkide Krupskaya’nın kimliği, Lenin’in gölgesinde kalmaya mahkûm olmuştur. Krupskaya, “sadık bir yol arkadaşı” ve “örgütsel işlevleri yerine getiren biri” olarak öne çıkar. Bu, geleneksel evlilik anlayışını aşan bir model gibi görünse de aslında kadının özgün kimliğinin arka planda kaldığı bir düzenlemeyi ifade eder. Lenin’in kişisel ilişkilerinde kadın, çoğu zaman politik bir araç veya destek unsuru olarak konumlanmıştır. Jenny Marx’a biçilen “devrimin sadık destekçisi” rolü, Nadejda için de biçilmiş gibidir ve bu, Sovyet tarihinde de aynen böyle yer almıştır.   Öte yandan Lenin’in, başka bir kadın devrimci olan Inessa Armand ile olan ilişkisi de dikkate değerdir. Döneminin önemli kadın hakları savunucularından biri olan Inessa Armand, tarih sahnesinde yalnızca “Lenin’in sevgilisi” olarak anılmıştır. Onun kimliği ve devrimci öncülüğü, Lenin’in düşünsel dünyasında ikincil bir konumda kalmıştır. Lenin’in, kadınla olan ilişkilerini erkek egemenliğinin hâkim olduğu toplumsal etikle sınırlaması, bu tutumunun düşünsel dünyasında çoğunlukla ikincil bir konu olarak kalmasına neden olmuştur.   Lenin, Rusya’nın aristokrasiye yakın duran üst-orta sınıf bir ailede doğmuştur. Yetiştiği koşullar ve aldığı kültür, kadına dair anlayışının entelektüel, yapısal bir zeminde şekillenmesine neden olmuştur. Ancak bu yaklaşım, kadını özne olarak görmekten çok, sistem içindeki konumunu devrim için dönüştürülmesi gereken bir unsur olarak görmekle sınırlı kalmıştır. Üst-orta sınıf bir erkek olarak, kadının özgürlüğünü büyük ideolojik anlatılar içinde kavramış, fakat kadınların birey olma bilincini göz ardı etmiştir. Kadını çoğu zaman bir “yoldaş” olarak görmüş ama “birey” olarak tanımamıştır. Bu da onun kadın meselesine yaklaşımındaki temel çelişkilerden biridir. Lenin’in özel yaşamı, onun kadınlara dair düşüncelerinin somut bir yansımasıdır. Kadınla kurduğu ilişkilerde ideoloji, duyguya ve bireysel özerkliğe baskın gelmiş; devrimci davaya olan bağlılık, kişisel olanın (özel yaşamın) özgünlüğünü gölgelemiştir. Bu, onun sınıfsal kökeniyle uyumlu bir durumdur. Entelektüel-elitist bir dünya görüşünden gelen biri olarak, kadın sorununu daha çok sistemsel düzeyde kavramış; ancak onu bireysel özgürlüklerin ve çok katmanlı kimliklerin bir alanı olarak ele almamıştır. Bu yönüyle Lenin’in yaklaşımı ilerici olduğu kadar sınırlandırıcıdır ve günümüz feminist bakışları açısından eleştiriye açıktır.   Bu noktada Lenin’in kadına yaklaşımı tarihsel olarak önemli ve ilerici olmakla birlikte, sınıfsal konumunun da etkisiyle belirli sınırlılıklar taşır. Kadını sadece devrimci bir araç olarak konumlandırmak, onun çok boyutlu özgürleşme mücadelesini gölgeleyen önemli bir eksikliktir. Bu durum, Lenin’in kadına bakışının dönemin toplumsal yapısı ve kendi sınıfsal kimliğiyle nasıl şekillendiğini ortaya koyar. Ekim Devrimi’nin bir başka öncüsü Aleksandra Kollontay ile yaşadığı görüş ayrılıkları da bunu açıkça göstermektedir. Kollontay, kadınların yalnızca ekonomik değil, duygusal ve kültürel anlamda da özgürleşmesi gerektiğini savunurken Lenin bu talepleri “aşırılık” olarak değerlendirmiştir. Kollontay ile Lenin arasındaki ideolojik çatışmanın temelinde, mücadele ile kazanılan özgürlüğün tanınmasını isteyen örgütlü kadın gücü ile devletin “beka”sı için kadınlara “fazla ileri gitmeyin” diyen erkek aklı yatar. Yine Lenin’in 1920 yılında Clara Zetkin’le yaptığı söyleşide, kadınların cinsellik ve evlilik üzerine tartışmalarını “devrimin bekası için anlamsız ve erken” bulması örnek verilebilir.    Şu cümleleri çarpıcıdır: “Günahlarının sicili daha da kötü, Clara. Çalışan kadınlarla okuma ve tartışma için düzenlenen akşamlarda cinsellik ve evlilik sorunlarının ilk sırada yer aldığı söylendi. Siyasi eğitiminizde ve eğitim çalışmalarınızda ana ilgi nesneleri oldukları söyleniyor. Bunu duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Proletarya diktatörlüğünün ilk devleti, tüm dünyanın karşı-devrimcileriyle savaşmaktadır. Almanya’daki durum, bütün proleter devrimci güçlerin sürmekte olan karşı-devrimi püskürtebilmeleri için en büyük birliğini gerektirmektedir. Ancak aktif Komünist kadınlar, cinsel sorunları ve ‘geçmiş, şimdi ve gelecekteki’ evlilik biçimlerini tartışmakla meşguller. Çalışan kadınları bu konularda aydınlatmayı en önemli görevleri olarak görüyorlar.” (Clara Zetkin, Lenin’den Anılarım)   Burada bir parantez açalım ve Ekim Devrimi’nin kadın örgütlenme deneyimlerine daha yakından bakalım. Kollontay, İnes ve Nadejda ve daha birçok kadın devrimci gibi Ekim Devrimi’ne öncülük eden kadınların emeğiyle Genotdel (1919’da) ilk özgün kadın örgütlenmesi olarak, Kadın Bürosu adıyla kurulur. Genotdel’in ilk hedefi, ortak mutfak, kreş ve çamaşırhaneler örgütlemektir. İlk yıllarda ev işlerini toplumsallaştırmaya dönük programlarda bazı başarılar sağlanır. 1920’de Petrograd nüfusunun yüzde 90’ı ortak yemekhanelerden besleniyordu. 1920’de Moskova konutlarının yüzde 40’ı komünal evlerden oluşuyordu.   Genotdel’in ikinci hedefi ise kadınların gelenekselliği aşarak, yeni sosyalist devlette siyasette görev alabilecek özgüveni ve birikimi kazandırabilmekti. Rus nüfusunun yüzde 80’i köylüydü ve çok geniş bir coğrafyaya dağılmışlardı. Kurulan örgüt ekipleri, “ajitasyon” gemileri ve trenleriyle Rus kırsalını baştan başa gezerdi. Kommunistika adında bir gazete çıkardılar. Özellikle Orta Asya kırsalı gibi dini inançların köklü olduğu yerlerde kadınlar yoğun bir erkek muhalefetiyle karşılaştı. Genotdel’in ilk önderi olan Inessa Armand’ın öncülüğünde, Genotdel ajitatörleri “delege meclisleri” örgütlediler. Meclislerde görev yapacak kadınlar yerel fabrika ve köylerden seçiliyordu. Fabrika, hastane, sovyet (danışma kurulu), sendika yönetimlerinde görev almak ve yerel yöneticilikte hâkim olma temelinde kadınlar yetiştirildi. 1920’de 853 işçi-köylü emekçi kadınla konferans düzenlendi. Aynı yıl 500 bin kadın, konferans delegesi olarak yetiştirildi. Kızıl Ordu’nun desteklenmesi, kadınların okuma-yazma öğrenmeleri için seferberlikler, kampanyalar düzenlendi. O dönemde iç savaş ve devrim sonrası hastalık, açlık ve yoksulluk nedeniyle çaresiz ve işsiz kadınların çoğu fuhuşa yöneldi. Genotdel, fuhuşa sürüklenen kadınları cezalandırmaktansa sorunun kökleriyle mücadele etti. Stalin yönetimi ardından kadınlarla ilgili gerici fikirler, Genotdel politikalarını belirlemeye çalıştı. Stalinist bürokrasi iktidarını pekiştirdikçe kazanılmış kadın hakları yontuldu. Parti önderleri giderek artan bir şekilde Genotdel’i burjuva feminizmine sapmakla suçladı. Bu dönemden itibaren Genotdel’in kaynakları da kısıldı ve 1930’da kapatıldı.   Yine bir başka özgün örgütlenme deneyimi ise Kadın Kolhozlarıdır (komün). 1929 yılında gündelikçi Sorokina’nın öncülüğünde köylerden (çoğu gündelikçi, yoksul köylü kadın, partizan anneleri veya dulları) 100 kadın, çocuklarıyla birlikte kendilerine bir parça toprak veren ilgili köy sovyetinin (danışma meclisi) desteğiyle bir kolhoz kurar. Komün başlangıçta sadece kadınlar komünü olarak düşünülmüştür. Ancak zamanla bazı kadınların evlenmesi ve aile olarak komüne girmek isteyenlerin olması nedeniyle bu ilkeden vazgeçilmiştir.   Kolhoz, bütün çevre köylerin dikkatini üstüne toplamış ve büyük bir düşmanlıkla karşılanmıştır. Adı hemen “karılar” ve “dullar” kolhozuna çıkmıştır. “Tavuk kuş değildir, kadın insan değildir” şeklindeki cinsiyetçi Rus atasözüne karşı kadınlar, kocaman bir bezin üzerine “Tavuk kuştur, kadın insandır!” diye yazıp kolhozun giriş kapısına asmışlardır. Komünde okuma-yazma bilmeyen kalmamıştır. Daha sonra üç yıllık kolhoz okulu da açılmıştır. Okulda kolhoz için yöneticiler, örgütçüler, ziraatçiler yetiştirilmiştir. Komünün üye sayısı sonradan 678’e çıkmıştır. Bunlardan 424’ü kadın, 254’ü erkektir. Sadece üretimi değil, sosyal yaşamı da geliştirmişlerdir. En başından itibaren ortak mutfak, çamaşırhane, çocuk bakımı ve eğitimi örgütlenmiştir. Kadının yaşamı üzerinde söz sahibi olmasını kolaylaştıran devrim kazanımı yasalar, 1930’lu yıllara gelindiğinde değiştirilmiştir. Kolhozlar dağıtılarak yerine Sovhoz (devlet destekli tarımcılık) geliştirilmiştir. Amaç, üretimi devlet denetimine almaktır. Bu, bir nevi kadını da devlet denetimine almak anlamına gelir. Önce kadın örgütlenmeleri dağıtılmış, daha sonra aile ve annelik yasalarına dönüştürülmüştür. Stalin, eski burjuva ailesine yeni bir isim verircesine “Yeni Sovyet Ailesi”ni ilan etmiştir. Sovyetler Birliği’nde yönetimlere kadın katılımı oldukça sınırlı olmuştur.   Ekim Devrimi’ni kendi devrimi olarak gören ve devrim sonrası toplum inşasında yer alan kadın örgütlenmelerini devletçi aile sistemine dönüştüren Stalin, yalnızca iktidarıyla değil, özel yaşamında kadınlarla kurduğu ilişkide de yıkıcı etkileriyle bilinir. Josef Stalin’in eşi Nadejda Alliluyeva’nın hikâyesi, bir kadının hem bireysel hem de politik olarak nasıl silindiğini anlatır. Onun yaşamı ve trajik ölümü, Sovyet sisteminin kadına çizdiği görünmez sınırların ötesine geçememenin bir yansımasıdır. Nadejda Alliluyeva, devrim ideallerine inanan, eğitimli ve politik bilinçli bir kadındı. Stalin’le ilişkisi çocuklukta başladı; ancak bu yakınlık ona sevgi dolu bir eş değil, duvar gibi bir diktatörü getirdi. Sovyet sosyalizmi ideolojisi kadın-erkek eşitliğini savunsa da uygulamada kadınlar genellikle erkek devrimcilerin gölgesinde kaldı. Nadejda da bu sistem içinde “liderin eşi” rolüne indirgenmiş, kendi bireysel varoluş mücadelesi görünmez kılınmıştır. Kendi ayakları üzerinde durmaya çalışsa da Stalin’in özel yaşamdaki otoriter yapısı, Nadejda’nın üzerindeki baskıyı kat kat artırmıştır. Stalin’in duygusal mesafesi, sadakatsizlik söylentileri ve politik tartışmalara tahammülsüzlüğü, Nadejda’yı giderek içine kapanan, bastırılmış bir figüre dönüştürmüştür.   Bu noktada Nikita Kruşçev’in anılarında aktardığı bir olay, Stalin’in eşine yönelik tutumunun yalnızca özel değil, kamusal alanda da şiddet içerdiğini gösterir. Kruşçev, Stalin’in bir davette karısı Nadejda’yı saçlarından tutarak sürüklediğini anlatır. (Nikita Khrushchev, Kruşçev’in Anıları) Bu olay, yalnızca bir hakaret ya da “sarhoşluk” hali değil, kadının bedeni üzerinde kurulan tahakkümün kamuya taşan bir tezahürüdür. Bu olaydan kısa süre sonra Nadejda’nın yaşadığı ağır psikolojik çöküş, 1932 yılında intihar etmesiyle sonuçlandı. Ölümü uzun süre devlet tarafından gizlendi; resmî açıklamada “apandisit” denildi. Onun ruhsal acısı, çaresizliği, hayal kırıklığı ve sisteme duyduğu tepki yok sayıldı. Nadejda Alliluyeva’nın hikâyesi, bireysel bir trajediden çok daha fazlasıdır. Kadının hem birey hem yurttaş olarak kendi iradesini kullanmasının sistematik biçimde engellendiği bir yapının simgesidir. Burada yalnızca evlilik içi şiddeti değil, aynı zamanda sistematik olarak inşa edilen ataerkil devlet yapısı görülür. Stalin rejimi, kadınları yalnızca “devrimci eş” ya da “fedakâr anne” olarak tanımladı; onların öfkesi, arzusu ya da bireysel kırılmaları sistemin gözünde ya patoloji ya da ihanet olarak görüldü. Nadejda’nın yaşamı ve ölümü, bu çerçevenin dışına çıkan her kadının nasıl cezalandırıldığını gösterir.   * Yazının dördüncü bölümü haftaya yayınlanacaktır.   *Bu yazı, Jineolojî Dergisi’nin, 35’inci sayısında yer alan “Demokratik Toplum Sosyalizmi” dosya konulu kısmından kısaltılarak alınmıştır.