Barışın praksisi: Kadın özgürlüğü, ekoloji ve komünaliteye dayalı yeni toplumsal hat 2025-11-20 09:02:09   Melek Avcı   ANKARA- Siyaset Bilimci Şebnem Oğuz, iktidarların bugün “barış”ı savaşın sürdürülebilir kılınması olarak tanımladığını, gerçek barışın ise ancak toplumsal dönüşümle mümkün olabileceğini vuruguyarak, “Komünal ekonomi, kadın özgürlükçü kolektif bakım pratikleri, demokratik özyönetim deneyimleri barışın praksis olarak kurulması açısından önemli bir referanstır” dedi.    Orta Doğu’da hızla değişen güç dengeleri, enerji hatlarından bölgesel ittifaklara kadar pek çok alanı yeniden şekillendirirken, barış ve demokratik toplum süreci de bu dönüşümün kritik parçalarından biri olarak öne çıkıyor. Türkiye’nin bölgedeki geleceğini de şekillendirecek olan süreçte ise barışın toplumsallaşması gerçek ve kalıcı bir barışın sağlanması için kritik bir yerde durmakta.    Bölgedeki gelişmeler ve sürece ilişkin Siyaset Bilimci Prof. Dr. Şebnem Oğuz JINNEWS’ın sorularını yanıtladı.    “Orta Doğu’daki yeni dizayn; halk isyanlarının bastırılması, kriz içindeki sermaye birikiminin yeniden yapılandırılması ve ABD emperyalizminin dönüşümünün iç içe geçtiği bir süreçtir.”   *Son yıllardaki hızlı gelişmelere baktığımızda Orta Doğu’da yeni bir dizayn arayışı görülüyor. Bu arayışın kökleri neye dayanmaktadır?   Orta Doğu’daki yeni dizayn arayışını, kapitalizmin çoklu krizleriyle iç içe ilerleyen üç yapısal sürecin kesişimi olarak görmek gerekir. Birincisi, 2000’lerden itibaren neoliberal dönüşümün yarattığı derin eşitsizlikler ve temsil krizi, bölgeyi 2011 ve 2018 isyanlarına sürükledi. Filistin direnişi, Rojava’daki özyönetim deneyimi ve İran’daki kadın hareketi de bu isyan dalgasının parçalarıydı. Bugün ortaya çıkan yeni bölgesel mimari, bu çok katmanlı halk isyanlarını bastırma ve bölgeyi sermaye birikimi için yönetilebilir hale getirme arayışının ürünüdür. Yani dizaynın temel boyutlarından biri, sınıf mücadelelerinin ve halk isyanlarının kontrol altına alınmasıdır. İkincisi, küresel düzeyde belirleyici kırılma yaratan 2008 krizi, sermayenin değerlenme mekanizmalarında kalıcı bir tıkanma yarattı. Bu tıkanma kapitalizmi, zor aygıtlarına dayalı, altyapı-odaklı ve yıkım üzerinden genişleyen birikim stratejilerine yöneltti. Orta Doğu bu yeni birikim rejiminin başlıca mekânlarından biri hâline gelirken, enerji, lojistik ve finans gibi sektörler giderek şiddetin mekânsal örgütlenmesine bağımlı bir yapıya büründü. Bölgenin yeniden tasarımı da bu birikim modeline uyumlu biçimde ilerliyor.   Üçüncüsü, ABD emperyalizmi 2003 Irak işgali sonrasında doğrudan askeri kontrol modelinden çekilerek bölgeyi enerji koridorları, istihbarat ağları ve vekil güçler aracılığıyla yeniden örgütlemeye yöneldi. Aynı anda Çin’in yükselişi, Rusya’nın kalıcılığı ve Körfez sermayesinin küresel sistemde güçlenmesi, bölgesel alt-emperyal aktörler arasındaki rekabeti sertleştirdi. Türkiye, İran, İsrail, Suudi Arabistan, Katar ve BAE gibi güçler hem rekabet hem işbirliği içeren bir sıkışma alanının aktörleri hâline geldi. Dolayısıyla Orta Doğu’daki yeni dizayn; halk isyanlarının bastırılması, kriz içindeki sermaye birikiminin yeniden yapılandırılması ve ABD emperyalizminin dönüşümünün iç içe geçtiği bir süreçtir.   “Kolonyal alanlarda test edilen gözetim, kontrol ve savaş teknolojileri artık küresel değer zincirleri içinde sürekli dolaşıyor; farklı coğrafyalarda denenen yöntemler hızla tüm dünyada standartlaşan bir güvenlik endüstrisine dönüşüyor.”   * Bugün Orta Doğu, hem küresel hegemonik güçlerin hem de bölgesel aktörlerin çatışma alanı. Sizce mevcut savaş ve kriz ortamı hangi yapısal dönüşümün habercisi?   Bugünkü savaş ve kriz ortamı iki büyük dönüşüme işaret ediyor. Birincisi, aranan yeni dizayn sınırların yeniden çizilmesinden çok devlet–toplum–sermaye ilişkilerinin yeniden kurulmasıdır. Ulus-devlet merkezli düzenin yanında artık enerji hatları, lojistik koridorları ve askeri üslerin yoğunlaştığı stratejik bölgelere dayalı ikinci bir düzen şekilleniyor. Orta Doğu, hem halk isyanlarının bastırıldığı hem de kriz içindeki küresel kapitalizmin kendisini zor aygıtları üzerinden yeniden yapılandırdığı bir laboratuvara dönüşmüş durumda. Bu yeni düzen, toplumsal mücadeleleri bastırmayı ya da onları yönetilebilir, denetimli bir muhalefet çerçevesine hapsetmeyi hedefliyor. İkincisi, kapitalizm yıkım üzerinden işleyen yeni bir birikim rejimine geçiyor. 2008 krizi, savaşı ve zorun çeşitli biçimlerini kârlı sektörlere dönüştürdü. Yerinden etme, mülksüzleştirme, sınır güvenlik endüstrisi, fosil enerji zincirleri, altyapı projeleri, özel askerî şirketler, dron ve gözetim teknolojileri artık yalnızca çatışmaların yan ürünü değil; doğrudan sermayenin değerlenme alanları. Bu nedenle krizler çözülmek yerine yönetilebilir bir sürekliliğe çevriliyor. Böyle bir yapıda savaş ve barış birbirinin karşıtı olmaktan çıkıyor; aynı birikim modelinin farklı anları haline geliyor.   Bu tabloyu tamamlamak için kolonyal tarihte uzun süredir bilinen bir mekanizmayı hatırlamak önemli: Sömürgelerde denenmiş şiddet teknikleri bir süre sonra merkeze geri dönerek siyasal rejimleri dönüştürür. 20. yüzyıl faşizmi bu döngünün bir sonucuydu; Avrupa dışındaki imha ve kontrol pratikleri bir bumerang gibi geri dönüp kendi kıtasında kitlesel baskı rejimlerini mümkün kıldı. Bugün ise bu mekanizma tek yönlü olmaktan çıkmış durumda. Kolonyal alanlarda test edilen gözetim, kontrol ve savaş teknolojileri artık küresel değer zincirleri içinde sürekli dolaşıyor; farklı coğrafyalarda denenen yöntemler hızla tüm dünyada standartlaşan bir güvenlik endüstrisine dönüşüyor. İsrail’in Gazze’de test ettiği teknolojilerin “battle-tested” (savaşta sınanmış)  ürünler olarak dünya pazarına girmesi bunun en somut örneği. Böylece şiddet sadece geri dönen bir pratik değil; küresel kapitalizmin zora dayalı birikim rejimini mümkün kılan değer zincirinin bir parçası olarak karşımıza çıkıyor.   “Türkiye’nin Suriye’de gerçek bir yön değişikliği üretip üretemeyeceğini belirleyen Kürt meselesinin hem içeride hem de dışarıda savaş–barış döngüsünün dışına çıkarılıp çıkarılamaması. Bu gerçekleşmedikçe Türkiye’nin attığı adımlar stratejik bir dönüşüm değil, emperyal yeniden yapılanmaya uyum sağlamak üzere geliştirilmiş kontrollü bir adaptasyon olarak kalacaktır.”   * Yanı sıra yönümüzü Suriye’ye çevirdiğimizde Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi ile Geçici Suriye Hükümeti arasında anlaşmaya varılması ve HTŞ’nin DAİŞ karşıtı koalisyona katılması nasıl bir tabloya işaret ediyor? Bu gelişmelerin Suriye’ye ve Türkiye’ye yansıması ne olur?   Bu gelişmeler, Suriye’nin artık klasik bir “barış süreci” evresinden değil; savaş ve barışın iç içe geçtiği ve çatışmanın yönetilebilir bir sürekliliğe dönüştürüldüğü yeni bir düzenin kurulduğu bir momentten geçtiğini gösteriyor. Orta Doğu’da şekillenen mimari, farklı aktörleri aynı anda hem rekabete hem de işbirliğine zorlayan; savaşı ve barışı aynı birikim rejiminin farklı anları haline getiren bir çerçeve ortaya koyuyor. Özerk Yönetim ile Geçici Hükümet arasındaki kontrollü karşıtlık ve HTŞ’nin esnek bir koalisyon aracına dönüşmesi bu yeni düzenin somut ifadeleri olarak okunabilir.   Bu tabloyu tamamlayan daha geniş çerçeve, Trump’ın ikinci döneminde belirginleşen emperyal yeniden yapılanma sürecidir. 2020 Abraham Anlaşmaları, İsrail merkezli bir normalleşme üzerinden bölgeyi düşük yoğunluklu bir dengeleme stratejisiyle yönetmeyi hedefliyordu; ancak Gazze savaşı, İran’ın milis ağlarının güçlenmesi, Çin’in Körfez ekonomisine yerleşmesi ve Rusya’nın Suriye’deki kalıcılığı bu modeli çökertti. Böylece daha kapsamlı ve zor aygıtlarına dayalı bir müdahale biçimi zorunlu hale geldi. 2025’te oluşan ABD–Katar–Suudi Arabistan ekseni, Suriye’de parçalı ama kontrol edilebilir bir düzen kurmayı, İran’ın bölgesel etkisini sınırlamayı ve IMEC koridorunun güvenliğini garanti altına almayı amaçlayan bu emperyal yeniden yapılanmanın ürünüdür. Türkiye bu yapılanmanın çevresel ama vazgeçilmez bir parçası olarak yeniden sisteme dahil edildi. QSD’nin tamamen tasfiye edilemeyeceğinin anlaşılması ve HTŞ’nin pozisyon değiştirmesi Türkiye’yi bu yeniden yapılanmaya uyum göstermeye zorlayan dinamikler. Bu nedenle Türkiye’nin Suriye politikasındaki hareketlenme, köklü bir stratejik dönüşümden çok, yeni düzenin yarattığı zorunluluklar çerçevesinde okunabilir.   * Bu tabloya bakınca Türkiye’nin Suriye politikasında gerçek bir değişimden söz edilebilir mi?   Türkiye sahadaki askeri varlığını azaltmak yerine, kendi kontrolündeki bölgelerde kurduğu yerel konseyler, ekonomik entegrasyon kanalları ve kalıcı askerî-sivil altyapılar üzerinden varlığını kurumsallaştırıyor. Bu durum çekilmenin Türkiye açısından riskli bir kırılma olarak değerlendirildiğini gösteriyor. Türkiye’nin Suriye’de gerçek bir yön değişikliği üretip üretemeyeceğini belirleyen temel unsur ise Kürt meselesinin hem içeride hem de dışarıda savaş–barış döngüsünün dışına çıkarılıp çıkarılamaması. Bu gerçekleşmediği sürece Türkiye’nin attığı adımlar stratejik bir dönüşüm değil, emperyal yeniden yapılanmaya uyum sağlamak üzere geliştirilmiş kontrollü bir adaptasyon olarak kalacaktır.   “Sonuç olarak bölgede iki tarihsel yönelim yan yana işliyor: kapitalist devletin kriz koşullarında faşizan bir biçimde yeniden sertleşmesi ve alt sınıfların kendi özgürleşme pratiklerinden doğan karşı-hegemonik dayanışma hatları.”   * Baktığımızda, sizce ulus-devlet formu bölgede ne ölçüde çözülüyor, ne ölçüde yeniden üretiliyor? Bu süreçte halklar arası dayanışma mı, yoksa etnik-dinsel kutuplaşma mı baskın hale geliyor?   Orta Doğu’da ulus-devlet formu, kapitalizmin çoklu krizleriyle iç içe ilerleyen iki karşıt eğilimin basıncı altında aynı anda hem çözülüyor hem de faşizan biçimde yeniden sertleşiyor. Çözülüyor, çünkü Suriye, Irak, Yemen ve Lübnan gibi ülkelerde ortaya çıkan fiili egemenlik alanları, milis yapıları, özel ekonomik bölgeler ve paramiliter denetim mekanizmaları, ulus-devletin merkezî egemenlik iddiasını maddi olarak aşındırıyor. Sermaye birikiminin giderek daha fazla savaş, yerinden etme, güvenlik ve altyapı sektörleri üzerinden örgütlenmesi, klasik ulus-devlet formunun ekonomik ve yönetsel zeminini de parçalı hale getiriyor. Fakat aynı anda ulus-devlet, kriz yönetiminin başlıca aracı olarak yeniden üretiliyor. Egemen sınıflar içeride toplumsal muhalefeti disipline etmek, emek hareketini bastırmak ve sömürü ilişkilerini yeniden yapılandırmak için milliyetçi, etnik ve mezhepsel söylemleri yoğunlaştırıyor. Böylece ulus-devlet, içerde zor aygıtlarına dayalı otoriter birikim rejiminin taşıyıcısı olurken, dışarıda emperyal bölüşüm mücadelelerinin parçası olarak esneyen bir konuma yerleşiyor. Ortaya çıkan bu çelişkili form, hem kapitalist devletin çözülüş dinamiklerini hem de yeniden sertleşme mekanizmalarını aynı anda içinde barındırıyor.   Bu gerilim halklar arası ilişkilerde de yoğun biçimde hissediliyor. Filistin ve Kürt hareketleri arasındaki dayanışma, İran’daki kadın isyanının yarattığı özgürleşme hattı ve feminist-ekolojik ağların kurduğu karşı-hegemonik pratikler, bölgenin alt sınıfları arasında yeni bir kolektif özneleşme imkânı yaratıyor. Buna karşılık devletlerin faşizan söylemleri, militarist mobilizasyonları ve etnik-dinsel kutuplaştırma stratejileri toplumsal alanı parçalamaya devam ediyor. Sonuç olarak bölgede iki tarihsel yönelim yan yana işliyor: kapitalist devletin kriz koşullarında faşizan bir biçimde yeniden sertleşmesi ve alt sınıfların kendi özgürleşme pratiklerinden doğan karşı-hegemonik dayanışma hatları. Bu iki yönelim arasındaki çatışmanın sonucunu belirleyecek olan, bölge halklarının barış, eşitlik ve özgürlük taleplerini ne ölçüde bağımsız bir siyasal güç haline getirebildiği olacak.   “İçerde Kürt bölgelerinde test edilen güvenlikçi yönetim biçimi, Suriye, Irak, Libya gibi operasyon sahalarının standart yönetim mantığına dönüşmüş durumda. Bu nedenle ‘iç cepheyi güçlendirmek’, yalnızca iç muhalefeti bastırmak değil; dışarıya doğru bir yayılma stratejisinin de ön hazırlığıdır.”   * Tüm bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye’de başlatılan süreç için Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ‘iç cephenin güçlendirilmesinden” söz ediyor. Sürecin iktidar tarafından bu biçimiyle ele alınmasının temelinde nasıl bir yaklaşım olduğunu düşünüyorsunuz?    Erdoğan’ın “iç cepheyi güçlendirmek” sözünü, rejimin faşistleşen mantığını en yalın haliyle ortaya koyan bir ifade olarak görüyorum. Burada amaç toplumsal barışın sağlanması değil; dışarıdaki askerî hattı sürdürebilmek için içeride güvenlikçi bir homojenlik kurmak. Yani “iç cephe”, demokratik istikrarın değil, sürekli seferberlik rejiminin toplumsal altyapısıdır. Bu iç cephe mantığını, röportajın başında bahsettiğim sömürgeci bumerang çerçevesine oturtmak gerekiyor. Klasik bumerangda sömürgelerde uygulanan şiddet merkeze geri dönerdi; bugün Türkiye’de bu mekanizma iki yönlü işliyor. Birincisi, sömürgeci şiddet teknikleri Kürt coğrafyasından Türkiye’nin batı illerine ve rejim içi muhalefete doğru dönüyor. İkincisi, aynı sömürgeci pratikler dışarıya, özellikle Orta Doğu’ya, bir rejim unsuru olarak taşınıyor. İçeride Kürt bölgelerinde test edilen güvenlikçi yönetim biçimi, Suriye, Irak, Libya gibi operasyon sahalarının standart yönetim mantığına dönüşmüş durumda. Bu nedenle “iç cepheyi güçlendirmek”, yalnızca iç muhalefeti bastırmak değil; dışarıya doğru bir yayılma stratejisinin de ön hazırlığıdır. Dolayısıyla Erdoğan’ın sözünü ettiği iç cephe, iki yönlü bir işleve sahip: hem içeride muhalefeti kontrol edecek hem de dışarıdaki askerî-siyasi genişleme için gerekli sessizliği sağlayacak. Kürt meselesi bu nedenle artık bir toplumsal sorun olarak değil, dış politika açısından çözülmesi gereken bir “jeopolitik risk” olarak tanımlanıyor. İçeride “tehdit bitti” anlatısının kurulması ise dışarıda daha agresif adımların meşruiyetini oluşturuyor.   “Anti-kapitalist, anti-emperyalist ve anti-faşist hatların birleştiği stratejik bir zemin, faşizmin sahte barışına karşı praksis olarak barışın inşasını mümkün kılar; çünkü barış, ancak yaşamın yeniden üretimini mümkün kılan toplumsal, ekolojik ve siyasal dönüşümlerle birlikte kurulabilir.”   * İktidar kendi cephesinden bu dili kurarken,  “barışın toplumsallaşması” üzerinde sıkça duruluyor ve baktığımızda demokratik kitle örgütlerinin çalışmaları bunun üzerine kurulu biçimde ilerliyor. Barışın toplumsallaşması ve halkın kendi barışını iktidara bırakmadan inşa tüm bunlara bakınca  neden daha da önemli hale geliyor?   Bir önceki soruda söylediğim noktadan devam edecek olursam, Kürt meselesini jeopolitik bir risk olarak tanımlayan bir zeminde iktidarın üreteceği barışın gerçek bir barış olamayacağı çok açık. Zaten bugün dünya ölçeğinde de egemenlerin barış anlayışı köklü biçimde değişmiş durumda. Onlar için barış, savaşın sürdürülebilir hale gelmesi anlamına geliyor. Tam da bu nedenle barışın toplumsallaşması kritik bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkıyor. Egemenlerin barışı ile halkların barışı arasında tarihsel bir fark her zaman vardı, ancak 2008 krizi sonrasında bu ayrım yapısal bir kopuşa dönüştü. İktidarların vaat ettiği barış, sadece zor aygıtlarına dayalı yeni birikim rejiminin ihtiyaç duyduğu geçici normalleşme anıdır. Bu nedenle barış talebini salt insani bir ideal ya da ahlaki bir çağrı olarak savunmak, günümüz faşizminin barışı araçsallaştırma biçimlerini görünmez kılar. Burada Marx’ın praksis kavramına dönmek gerekir. Marx, yanlış bilince karşı “doğru bilinci” değil, dönüştürücü eylemi -praksisi- koyar. Günümüzde bu yaklaşım, sermayenin savaş–barış döngüsünü kıracak yapısal dönüşümler anlamına gelir. Gerçek bir barış, ancak fosil kapitalizminin sona erdirilmesi, yapay zekâ temelli militarizasyonun tasfiyesi ve barışın toplumsal yeniden üretimin maddi koşullarıyla -geçim, barınma, sağlık, eğitim ve temel hizmetlerle- ilişkilendirilmesiyle kurulabilir. Bu yaklaşım bizi soyut bir “barış” talebinden barışın somut inşasına yönlendirir. Anti-kapitalist, anti-emperyalist ve anti-faşist hatların birleştiği stratejik bir zemin, faşizmin sahte barışına karşı praksis olarak barışın inşasını mümkün kılar; çünkü barış, ancak yaşamın yeniden üretimini mümkün kılan toplumsal, ekolojik ve siyasal dönüşümlerle birlikte kurulabilir.   Barış nasıl soyut olmaktan somut olmaya geçer   Bu perspektiften bakınca komünal ekonomi, kadın özgürlükçü kolektif bakım pratikleri, demokratik özyönetim deneyimleri, barışın praksis olarak kurulması açısından son derece önemli bir referans oluşturuyor. Çünkü bu deneyimler, barışı soyut bir talep düzeyinden çıkararak toplulukların yaşamlarını kolektif biçimde yeniden örgütledikleri somut bir toplumsal pratiğe dönüştürüyor. Barışın praksis olarak kurulmasının bir diğer boyutu ise ekolojik perspektiftir. Çünkü günümüz savaşlarının önemli bir bölümü fosil kapitalizmin ihtiyaçları etrafında örgütleniyor: petrol akışları, doğal gaz hatları, enerji koridorları, lojistik ağlar, sınır teknolojileri, yapay zekâ temelli gözetim sistemleri ve devasa güvenlik endüstrileri. Bu nedenle barış mücadelesi, yalnızca şiddetin sona erdirilmesi değil; militarizmi doğuran ekonomik altyapının dönüştürülmesi anlamına da gelir. Fosil kapitalizmine, militarize edilmiş enerji rejimlerine, sınır-güvenlik kompleksine ve savaş ekonomisinin sürdürücüsü olan finansal yapılara karşı ekolojik bir mücadele hattı kurulmadan barışın maddi temelleri de kurulamaz. Bu mücadele hatları birleştirildiğinde barış, egemenlerin araçsallaştırdığı bir “normalleşme” değil; faşizmin ve zora dayalı birikim rejimlerinin karşısında gerçek bir toplumsal dönüşüm perspektifi haline gelir. Bu nedenle halkların kendi barışını inşa etmesi sadece arzulanabilir bir hedef değil, günümüz koşullarında tarihsel bir zorunluluktur.