Prof. Neşe Özgen: Türk devleti bütün kapasitelerini kaybetti 2024-11-02 09:02:40     Melek Avcı   ANKARA - Ortadoğu’yu etkisi altına almaya doğru giden savaşta Türkiye’nin bir programı olmadığını belirten Prof. Neşe Özgen, “Türk devleti tüm kapasitelerini kaybetmiş durumda. AKP-MHP ittifakı, can havliyle bir kontrol mekanizmasını ele geçirmeye çalışıyor; ama olsun, çünkü ne kadar sahte de olsa bu yeni açılan kapı, söz söylenmiştir ve tarihe bir nokta koymuştur: ‘Öcalan’ın Meclis kürsüsünden konuşması’ söylemi” dedi.   İsrail’in geçtiğimiz yıl başlattığı Gazze saldırılarının ardından bu yıl Lübnan’a ve yavaş yavaş İran’a yönelişi sürüyor. Kapitalizmin çıkmaza doğru sürüklenişiyle birlikte, Ortadoğu’nun yeniden paylaşımı ve yeni ulus devletlerin kurulmaya zorlanması gibi birçok gündem tartışılırken, halklar vahşice ilerleyen savaşa emperyalist güçler tarafından mahkûm ediliyor. Ulus-devlet liderleri ellerinde yeni haritalarla sahne alırken, halklar kendilerini “kadere” bırakmamakta ısrarcı.   Ortadoğu’daki yeni süreci, sınır çalışmaları alanında araştırmalar yürüten Prof. Neşe Özgen ile konuştuk.   “Türkiye halklarını birkaç on yıldır tuhaf, bulaşık bir çukura mahkûm ettiler; hiçbir biçimde gerekli donanım sağlanmadı. Şu anda yeni bir seyirlik perdenin önündeyiz, ama görünen o ki tüm bunlar geçen yıl, hatta ondan önceki yıl yapılan çeşitli uluslararası anlaşmalar ve yapı değişiklikleriyle gündeme getirilmiş.”   *Ortadoğu'yu etkisi altına alan bu savaşı nasıl okuyorsunuz? Ortadoğu yeni bir düzenin eşiğinde mi?   Çok hızlı değişen bir gündemle karşı karşıyayız, fakat bunun ipuçları geçen yıldan verilmişti. Biz, yani faniler, vatandaşlar, devletlerin nelere karar verdiklerini, bizleri nereye savuracaklarını çoktan hesapladıklarını ve başımıza yeni çorapların örüldüğünü idrak etmekteyiz. İşin en fena kısmı, bilgiye erişim hakkımızın kısıtlandığı bu günlerde vatandaş olarak olaylar hakkında irade gösterme hakkımızın çaresizce engellendiği bir dönemde olmamızdır. Türkiye halklarını birkaç on yıldır gerekli donanım sağlanmaksızın bir çukura mahkûm ettiler. Sanırım en acı şey, bu savaşlara mahkûm edildik. Biraz geçmişe dönmek istiyorum, çünkü sürekli gündemin peşinden koşuyor ve yeni gelişmeleri açıklamaya çalışıyoruz; ancak bu bulaşık, karanlık durum, aslında bizi bağlayan en önemli şeylerden biridir. En azından biraz geriye dönüp ne olduğumuzu, gücümüzün ne olduğunu, neye mahkûm edildiğimizi ve hangi dönemlerde çaresizleştirildiğimizi görebilmeliyiz.   Aslında, çaresizleştirildiğimiz dönemlerin karanlık düğümleri, o anlarda neler olduğuna bakmamızı zorunlu kılıyor. Bu karanlık anlarda bir şeyler dönüyor ve halkların başına bir kötülük örülüyor. Türk devleti hakikaten giderek çaresizleşmiş durumda ve son zamanlarda mafyatik ve her zamanki irrasyonel devlet aklıyla kendince yeni hamleler yaparak durumu kurtarmaya çalışıyor. Şu anda yeni bir seyirlik perdenin önündeyiz, ancak görünen o ki, tüm bunlar geçen yıl, hatta ondan önceki yıllarda çeşitli uluslararası anlaşmalar ve yapı değişiklikleriyle gündeme getirilmişti. Yavaş yavaş bunu idrak ediyoruz.   “Savaşı son 30 yılda neoliberalizmin büyük sıkışması ve giderek kapitalizmin de meşruiyetini kaybetmesiyle açıklamak mümkün. Savaşlar giderek daha pervasız hale gelecek ve giderek daha kanlı bir yüzünü göstermeye başlayacak.”   *Daha önce dediniz; Kasım ayında Gazze’ye yapılan ilk saldırıları mı kast ediyorsunuz? Bu saldırıların altında yatan asıl emperyalist gerçeklik nedir, sadece yeni enerji hatları bunu açıklamaya yetiyor mu sizce?   Geçen yıl İsrail, Hamas’ı bahane ederek Filistin’e saldırdığında, insanlık tarihinin en çirkin yüzlerinden birini gösterdi. Sivil, asker, çocuk, yaşlı demeden tüm bir halkı haritadan silmeye girişti ve bunu vahşice gözümüze sokarak gerçekleştirdi. Ancak görünen o ki, Kasım saldırısından önce bu çorba pişirilmiş ve giderek ısıtılmakta. Çoğunlukla bunun nedeninin Hindistan ve Çin’den çıkarılan yeni enerji nakil hattı olduğu söyleniyor ki bu doğru olabilir. Ancak bu hattın İsrail’in saldırganlığını tamamen açıklayıp açıklamadığını yeniden düşünmemiz gerekiyor. Çünkü Gazze’yi haritadan silmek, enerji hattının Akdeniz’e açılması ve oradan Atina’ya kadar uzanan bir ticaret hattının oluşturulması bu kadar kanlı olmak zorunda mıydı?   Altı üstü enerji nakil hattı, yeni bir ticaret ağı kuruyorsunuz; şimdiye kadar kurulan yüzlercesi gibi. Neden bu hat, bu kadar kanlı bir saldırıya sahne oldu? Bunu, son 30 yılda neoliberalizmin büyük sıkışması ve giderek kapitalizmin de meşruiyetini kaybetmesiyle açıklamak mümkün. Savaşlar giderek daha da pervasızlaşacak ve giderek daha kanlı yüzünü göstermeye başlayacak. İsrail’in saldırısı sadece Filistin’e değil; arkasından Lübnan’a ve giderek İran’a yönelik saldırısı bunun göstergelerinden biri. Neden bu kadar kanlı? Bunu biraz sınırlar üzerinden konuşmak gerekiyor.   “Hep söylediğimiz gibi, yeniden bir paylaşım ve denetlemeyle karşı karşıyayız. Türkiye’nin şu an kalkıştığı büyük oyun bu ve son derece zavallıca bir oyun; aslında kendi sınırlarını kendi belirlemek istediğine dair boş ve pervasız bir hayalden ibaret. Karşıyı bombalayabilirsiniz, birtakım yerleri zapt edebilirsiniz ama o yerler hep muhataralı kalır.”   *Sınır üstünü açabilir misiniz? Yeni bir Ortadoğu dizaynı mı bizleri bekleyen?   Dünya Savaşı’nda biz cumhuriyet için savaştık. Savaşın olduğu dönem, 1800’lerin sonu ile 1900’lerin başında, kıta Avrupası ve dünyanın muhtelif yerlerinde benzer şekilde bir cumhuriyet tartışması üzerinden cereyan etti. 2. Dünya Savaşı’nı ise bir demokrasi kavramı ve bu kavramın dönüştürülmesi üzerinden gerçekleştirdik. Çok daha kanlı oldu, çünkü mevcut yapıların bazıları imparatorluktan en azından ideolojik olarak vazgeçmediği bir dönemde demokrasi kavramı oluşturulmaya çalışılıyordu. 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda, az çok herkesin stabil hale geldiği; kendi cumhuriyetleri içerisinde uluslararası birtakım tahkikatlarla birlikte gözetimler, denetimler ve bazı kurumlar geliştirildi. Bu kurumların denetimini de, az ya da çok, kimi zaman tartışmalı şekilde, kendi demokrasileri içinde gerçekleştirmeye çalıştığımız bir yüzyıl yaşadık.   Şimdi ne oluyor? 3. bir durum geliyor ve biz bunun tanımını ne üzerinden yapacağız? Elbette görüntülerin farkındayız; görüntüler sınırların değiştiğini, yeni devletlerin icat edileceğini, belki daha küçük devletçiklerin oluşacağını, farklı sınırlarda farklı güvenlik mekanizmalarının ortaya çıkacağını gösteriyor. Yani ulus-devlet sınırları mekanizmasının artık kalmayacağı; birbirine bağlı, çok küçük ama birbirinden bağımsız hareket edemeyen muhtelif sosyal yapıların aynı anda iş görebileceği ve bunların uluslararası çeşitli sistemler tarafından onaylanmasının gerektiği bir durumla karşı karşıyayız. Dünya bunu kuruyor. Küçük yapılar oluşacak, ama bunların denetimini ve birbirleriyle ilişkilerini kim belirleyecek? Özetle, hep söylediğimiz gibi, yeniden bir paylaşım ve denetlemeyle karşı karşıyayız. Bunları denetleyecek olan birtakım ülke konsorsiyumları mı olacak? Yoksa 2. Dünya Savaşı’ndan sonra başardığımız gibi bazı devletler üstü ortak anlaşma mekanizmalarını geliştirebilen siyasi demokrasi konsorsiyumlarına mı başvuracağız? Önümüzdeki sorunlardan biri bu. Çünkü biliyorsunuz, bir ülkenin veya bir yerin, devlet olmayı reddederek konfederasyon veya federal biçimler içinde ya da bağımsızlaşıp kendi sınırlarını çizerek egemenlik alanını belirlemesi gerekiyor. Çünkü hiçbir egemenlik alanı sınırsız gerçekleşmez. Sınırsız bir egemenlik alanı yok; çünkü yanındaki, yöresindeki diğer yapılar tedirgin olmaya başlıyor; ‘Bu nerede başlayacak, nerede bitecek?’ diye. Türkiye’nin şu an kalkıştığı büyük oyun bu ve son derece zavallıca bir oyun; aslında kendi sınırlarını kendi belirlemek istediğine dair boş ve pervasız bir hayalden ibaret.   Türkiye Afrin’deki varlığını meşrulaştıramadı   Bir ülke olarak bu dönemde kendi sınırlarınızı istediğiniz kadar uzatamazsınız. Karşıyı bombalayabilirsiniz, birtakım yerleri zapt edebilirsiniz ama o yerler hep muhataralı kalır. Türkiye için konuşursak, çizdiğiniz veya Misak-ı Milli dediğiniz her ne ise, 1923’te netleştirdiğiniz, sonra 1938’de yeni bir tahkimat yaptığınız sınırlar uluslararası geçerliliği olan sınırlardır; bunu çok kolay değiştiremezsiniz. Her ülke “Ben şimdi de şurada biraz oturmak istiyorum, ucunu da lastik gibi buraya kadar uzatıyorum” diyerek kendi sınırını genişletemez. Bütün ülkeler için geçerli, bir sınır meselesi gündeme geliyor. İsrail için de geçerli; İran’ı bombalayarak elde etmeye çalıştığı yeni genişleme alanı en azından kendine yönelik şiddeti engelleme iddiası taşırken, Lübnan’ı kendi iç güvenliğini bahane ederek bombalaması, aslında bir sınır genişlemesi talep ettiğini gösteriyor. Ancak bunu yapması mümkün değil. Birincisi, uluslararası hukuk açısından bunu yapması mümkün değil; belki yapar diyebilirsiniz ama bunu çok fazla sürdürmesi mümkün değil, çünkü çok fazla taviz vermek zorunda kalacak; uluslararası karşı cephe güçleniyor. Türkiye için de aynı şey geçerli. Türkiye, Afrin’deki varlığını meşrulaştıramadı. Kendi iç dinamiklerinin meşruluğu dışında, Afrin’deki varlığını meşrulaştırmak için sürekli bir IŞİD ve PKK tehlikesinden söz etmesi gerekiyor. Yeni sınırlar gerçekleşecek ama bunların uluslararası alanda meşruiyeti bir, denetimi iki; nasıl olacak? Bu, halkların bağlılığına ve muhalif cephenin direncine ve meşruiyetine bağlı.   “Sürekli olarak ellerinde çubuklarla birtakım kağıtların üstüne bazı şeyler çiziktiriyorlar. Bu küçük çocukların hepsi aynı zamanda bir devlet başkanı. Demek ki önce o sopaları ve haritaları ellerinden almak gerekiyor. Kendi evlerinde istedikleri haritayı çizebilirler.”   *Biliyorsunuz, İsrail Başbakanı Netanyahu, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda elinde iki haritayla bir konuşma yaptı. Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ni “İsrail” şeklinde gösteren bir haritaydı bu. Bu çıkışı nasıl okumalıyız?   Sınır ve harita konularında çalışan biri olarak şunu söyleyeyim: Bu erkek sülalesi nedense haritaya çok meraklıdır. Sürekli olarak ellerinde çubuklarla birtakım kağıtların üzerine bazı şeyler çiziktiriyorlar. Çocukken çamurların içine yaptıkları izler gibi, bunun egemenlik alanı olduğuna dair bazı şeyler geliştirmeye çok meraklılar. Bu görüntünün çok eskisini Erdoğan’da da gördük; o da çıktı Birleşmiş Milletler sahnesine, elinde bir harita gösterdi, “buradan buraya kadar gireceğim, burası Türkistan olacak, burası Türkiye” falan dedi. Bunun gerçekten nasıl bir meşruiyeti olabilir? Hiç romantize etmiyorum, tehlikelerini küçümsemiyorum ama bir yandan bana bütün erkek çocuklarının kendi varlık alanlarını geliştirmek için giriştikleri pespaye bir haritacılık oyunu gibi geliyor. Ancak bu küçük çocukların hepsi aynı zamanda bir devlet başkanı; ellerinde inanılmaz bir güç, örgütlenme kapasitesi ve halkların bu zamana kadar geliştirdikleri bütün varlıkları teslim ettikleri birer statü var. Ellerindeki saçma sapan silahlanma kapasitesini bir diğerini öldürmek için kullanabiliyorlar; hiç komik ve hiç de zararsız değiller. Demek ki önce o sopaları ve haritaları ellerinden almak gerekiyor. Kendi evlerinde istedikleri haritayı çizebilirler; artık sahnelere çıkıp çizmemeleri lazım. Birinci yapmamız gereken bu: Kendilerinin her haritayı çizebileceklerine dair inançlarını ve koltuklarını altlarından çekmemiz lazım.   İran’da ne olur, Suriye’de ne olur, Irak’taki yapı nasıl dönüşecek gibi sorulara yanıt verebilmek için muhalif yapıların ve denetleyici yapıların uluslararası meşruiyete kavuşması gerekiyor. İsrail’in Filistin’e saldırısı ve işgalinde taraflar kimler diye bakmak lazım. İsrail tek başına bir taraf değil; arkasında ABD ve Avrupa Birliği, özellikle de Almanya’nın gücü var. Böylece bu ülkeler kendi devletlerini de savaşa sokmuş oldular. Özellikle Almanya ve ABD, şu anda iki savaşa çok ciddi silah desteği veriyor, bütçelerini savaşa göre ayarlıyor ve dolayısıyla kendi devletlerini ve halklarını tehlikeye atıyor. Bunun üstünde düşünmemiz lazım, bunu görmezden gelemeyiz; bu iki ülkenin halklarının da bu durumda sorumlulukları var.Savaşı bitirmenin ötesine geçerek daha demokratik açılımları zorlamalıyız Sonra, bu işgalin sebebi nedir? Sadece Hamas’a son vermek mi, bir tür rövanş mı alıyor? İran’ın nesinden rövanş alıyor; İran gayet güçlenmiş bir yapı. Kendisine tehdit hissediyor ama neyin rövanşını alıyor?    Devletlerden rövanş alınır, halklardan rövanş alınmaz; fakat İsrail’in yaptığı tam da bu. Dolayısıyla bir enerji hattını kontrol altına alma, daha çok para kazanma, bölgede yerleşme ve genişleme isteğini farkındaysanız Türkiye de istiyor. Kendi halklarına, kardeş halklara, komşu halklara ve topluluklara bu kadar kanlı ve pervasızca saldırmak, bunları haklı çıkarmaz. Buradan Türkiye’ye ne gelir? Kürt Özgürlük Hareketi’ne, Kürt halkına ve Türkiye halklarına ne gelir? Eğer doğru düzgün hareket etmezsek ve kendi iç yapımızda ezilen bütün halkların, yapıların ortak konsorsiyumuyla yeni bir hayat inşa edemezsek buradan ancak bize felaket gelir. Hem Kürt tarafının hem Türkiye halklarının çok ciddi hareket etmesi gerekiyor. Farkındaysanız, bundan birkaç yıl önce sadece Kürtlere yönelik olan Türk devleti tarafından gerçekleştirilen büyük, saldırgan ve kanlı kalkışmanın halkın tamamına, sokağa ve sıradan hayata yöneldiği açık. Dolayısıyla ne Türk halkı ne Kürt halkı devletle pazarlığa oturacaksa bunu yalnızca kendisi için değil, diğerleri için de yapmakta olduğunu bilmesi gerekiyor.    Çok basitçe “Savaşı Kürtlerle bitirirsek bütün Türkiye’nin yararınadır bu” demenin artık ötesine geçmemiz gereken bir dönemdeyiz. Elbette savaşı sonlandırmak, barışın gelmesi bütün Türkiye halklarının yararınadır. Ama bunun ötesinde, daha geniş ve daha demokrat açılımlar zorlamaya hakkımız var; bu hepimizin görevidir. Türkiye, hem çok yoz hem de çok çirkin bir dış politikayla yönetiliyor ve bu korkunç, kanlı saldırıya karşı savaşsızlık ve savaşma stratejisi geliştirebilecek durumda değil; böyle bir kudreti de yok. Türk devleti, ciddi olarak bütün kapasitelerini kaybetmiş durumda. Şu ana kadar yürüttüğü politikanın bizi nerelere sürüklediği de çok açık. Hepimizi içine çeken bir çukura doğru sürüklendiğimiz ortada. Kişisel çıkarlarını ve pozisyonlarını her şeyden, herkesten üstün tutan bir iktidarla yönetiliyoruz; son 30 yıldır, Fetullah Gülen dönemini de buna dahil ediyorum ve mafyatik çıkar ağları haline gelmiş bir parti devletiyle karşı karşıyayız. Bunu söküp atmamız gerekir.   “Türkiye, Rojava’ya; kapitalizm dışı, demokratik konfederalizmi hayata geçirebilmiş olan, AKP-MHP’nin savunduğu değerlere tamamen karşıt orada yeni bir hayatı yeşertebilecek umudu müjdeleyen bir yapı olduğu için saldırdı. Fakat bu saldırılarını uluslararası mecralarda meşrulaştıramıyor.”   *Bir diğer mesele ise Rojava… Bölgeye dönük saldırılar Türkiye tarafından sürdürülürken, Ortadoğu’da süren savaşta Rojava önemli ve stratejik bir konumda görülüyor. Özellikle Kürt Özgürlük Hareketi’ne yönelik tüm devletler tarafından stratejik bir yöneliş tartışılıyor; buna Türkiye de dahil. Rojava’nın ve Kürtlerin konumunun önemi nedir?   Türkiye, Rojava oluşmaya başladığı andan itibaren IŞİD desteği temelinde sürekli olarak toprak iddiasında bulundu. Daha çok ideolojik olarak sınırda bir Kürt devletinin gelişmesine izin vermeme amacı taşıdı; oysa Irak Federe Devleti zaten sınırda komşusu. Türk devletinin Rojava’ya saldırma gerekçesi, kendi denetleyemediği bir Kürt devletidir. Yani, farklı bir ideolojiyle, kapitalizm dışı, devleti reddeden, demokratik konfederalizmi hayata geçirmiş olan, demokratik modernite şartlarında işleyen ve AKP-MHP’nin savunduğu değerlere tamamen karşıt, orada yeni bir hayatı yeşertebilecek umudu müjdeleyen bir yapı olduğu için saldırdı. Aynı zamanda, Suriye’de yağmalanacak malzeme olarak gördüğü petrol kaynakları önündeki tek engel olarak Rojava’yı gördüğü için de saldırdı.   Kobane Özerk Yönetimi ise iyi diplomasi yapıyor. Biz elimiz yüreğimizde, “ha şimdi saldırdı, saldıracak” diye bekliyoruz; sürekli saldırıyor. Fakat bu saldırılarını uluslararası mecralarda meşrulaştıramıyor. Uluslararası mecralarda meşrulaştırabilseydi, emin olun şu ana kadar bunun en az 500 katını yapardı. Rojava mikro bir yapıdır; umudu, müjdesi, söylemi, cismaniyetiyle kıyaslanamayacak kadar büyük olmasına rağmen aslında küçücük bir yapı orası. Bir dünya devi gibi bahsediyoruz ama orada insanlar kendilerine bir hayat, bir umut geliştirmeye çalışıyorlar ve dünyaya bir müjde veriyorlar. Onların dayanma nedenlerinden biri, iyi bir diplomasi geliştirebilmiş olmalarıdır. Dolayısıyla bu, bir umut.   “Söz söylenmiştir artık ve tarihe bir nokta koymuştur: “Öcalan’ın Meclis kürsüsünden konuşması” söylemi artık orada duruyor, o artık geri gidemez. Arkasından silah bırakmaya dair birtakım tehditler gelse de hiç önemli değil.”   *Son olarak tüm bu eksende Türkiye’de iktidarın hem Rojava saldırılarını hem de bir yandan iç siyasetteki çıkışlarını nasıl okuyorsunuz?   Bir win-win hali olabilir miydi; Kürt tarafıyla Türk devletinin karşılıklı durabileceği, geçici de olsa 10 yıllık bir çatışmasızlık, halkın kendisini geliştirmesine izin verebilecek bir dönem? Hayır, olamazdı. Hele bu iktidarla hiç olamaz. Türk devletinin geçmişten gelen kendine ait refleksleri, kötü huyları var, öyle diyelim. Ancak AKP-MHP iktidarı, yapıyı iyice bulanıklaştırarak illegaliteye fazlasıyla sürükleyen bir iktidar oldu. Artık bu mümkün değil. Karşılıklı bir saldırmazlık hali, pata durumu olamaz çünkü sorun Türkiye’den doğdu. Sorun Rojava’dan değil, dolayısıyla çözüm de Türkiye’den çıkmak zorunda. Bakur’daki tüm anlaşmaların, barış geliştiricilerin, çatışmasızlık ve şiddet karşıtı çabaların güçlü alkışlanmasından yanayım; gerçekten güçlü bir şekilde alkışlanmalarını isterim.   Son dönemdeki bu kabiliyetsiz çıkışla, AKP-MHP’nin ne bir programı ne de bir düşüncesi olduğunu; sadece can havliyle bir kontrol mekanizmasını ele geçirmeye çalıştığını görüyoruz. Ama olsun, ne kadar yapay, ne kadar sahte ve yoz olsa da bu yeni açılan kapı önemli. Bu söz artık söylenmiştir ve tarihe bir nokta koymuştur: “Öcalan’ın Meclis kürsüsünden konuşması” söylemi artık orada duruyor, geri gidemez. Arkasından silah bırakmaya dair bazı tehditler gelse de hiç önemli değil; bu söz bir kere Meclis’ten duyulmuştur ve geri alınamaz. Nasıl ki 2013-2015 arasında hayal edemeyeceğimiz şeyler duyduk, teklifler işittik… Dünyanın en kanlı elleri olarak nitelendirdiğimiz birçok kişi birdenbire hepimizden daha demokrat olup, ellerinde kandillerle Kürt Hareketi’ne doğru koşmaya başladı; demokrat oldular, bizi daha az demokrat olmakla suçladılar. Şimdi de aynı şey oluyor; o dönemde olduğu gibi çözüm, barış masasında bir damga olarak duruyor. Geri alınamaz. Ancak acele hareket etmemiz lazım; kötü, karanlık bir şey geliyor. Hem Kürt halkı için hem Türkiye halkları için. Programımızı, partimizi, ideolojimizi çok güçlü tahkim edip en sağlam cephede kurmamız ve ısrarcı olmamız gerekiyor.