Franziska Stier’den Adalet Bakanı’na: Haber almamak tecrit değil mi?

  • 09:01 30 Haziran 2024
  • Güncel
 
 
Melek Avcı
 
ANKARA - BastA Genel Sekreteri Franziska Stier, PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik tecride ilişkin Adalet Bakanının cevabını yorumlayarak, “Hücrede tutulanların yakınlarına veya avukatlarına erişiminin olmadığı işkence ve gözaltı koşullarını kendileri hangi kavramlarla değerlendiriyor? Bunu nasıl adlandırıyorlarmış. Bu tecrit değil de nedir?” diye sordu.
 
PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerinde 40 ayı aşan  mutlak iletişimsizlik hali dünya genelinde protesto edilirken, Kürt sorununun çözümü ve Abdullah Öcalan’ın fiziki özgürlüğü talep edilmeye devam ediliyor. Bununla birlikte eylemler, yürüyüşler, mektup kampanyaları her halktan her dilden insanlar tarafından yürütülerek Kürt sorununun demokratik çözümü ve ayrıca Orta Doğu ve hatta Avrupa coğrafyası için çözüm fikri olarak kendisi işaret ediliyor.
 
İsviçre BastA (Basels Starke Alternative) Genel Sekreteri Franziska Stier, Türkiye’nin Kürt sorununa yaklaşımı, çözümsüzlük politikaları ve PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki ağırlaştırılmış tecride ilişkin JINNEWS’in sorularını yanıtladı. 
 
 
“Acımasız ve siyasi motivasyonlu mahkeme kararları münferit vakalar olmayıp binlerce kişiyi etkiliyor. Sayın Öcalan'ın özgürlüğü için verilen mücadele aynı zamanda tüm bu insanların maruz kaldığı adaletsizlik ve baskıyı da sembolize etmektedir.”
 
 
* Yıllardır PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerinde mutlak bir tecrit yürütülüyor ve tek bir haber dahi alınamıyor. Bu sistemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Avrupa'da yaşayan ve bazıları burada büyümüş olan dostlarımızın çok endişeli olduğunu biliyorum. Son olarak Haziran ayındaki Kadın Grevi Günü'nde genç kadınlar bir imza kampanyası için imza topladılar. Hücre hapsi işkencedir ve Sayın Abdullah Öcalan'ın durumu özellikle tehlikeli çünkü kendisinden yıllardır haber alamıyoruz. Sağlık durumu hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Bu durum Avrupa'daki insanları da endişelendiriyor. Aynı zamanda, Suruç katliamında oğlu öldürülen ve cenazesinde oğlunun öldürülmesinden devleti sorumlu tuttuğu için yedi yıl hapse mahkûm edilen 64 yaşındaki Besna Erol gibi insan hakları için mücadele ettikleri için hapiste olan binlerce kişi var. Aynı zamanda Cumartesi Anneleri, Suruç saldırısının suç ortaklarını korumak için Suruçlu ailelerin Urfa'daki mahkemeye yaptıkları delil başvurularının kabul edilmemesi ya da Kobanê Davası ile ilgili birçok karar ortada. Acımasız ve siyasi motivasyonlu mahkeme kararları münferit vakalar olmayıp binlerce kişiyi etkiliyor. Sayın Öcalan'ın özgürlüğü için verilen mücadele aynı zamanda tüm bu insanların maruz kaldığı adaletsizlik ve baskıyı da sembolize etmektedir. Ancak önümüzde umut da var. Julien Assange'ın hikayesi, kamuoyu ve uluslararası baskının- en azından demokratik devletlerde- yardımcı olabileceğini göstermiştir.
 
* Mutlak tecrit sürerken Türkiye'de Adalet Bakanlığı ise tecrit olmadığını söylüyor ve bu işkenceyi inkâr eden açıklamalarda bulunuyor. Bu değerlendirmeler hakkında ne düşünüyorsunuz?
 
Hücrede tutulanların yakınlarına veya avukatlarına erişiminin olmadığı işkence ve gözaltı koşullarını kendileri hangi kavramlarla değerlendiriyor? Bunu nasıl adlandırıyorlarmış! Bu tecrit değil de nedir? Sayın Öcalan’ın ve beraberindekilerin yasal durumu bana çok açık biçimde görünüyor. Söyleyecek pek bir şey yok bence.
 
 
“Güçlülerin rövanşizminden beslenmeyen demokratik bir çözüme acilen ihtiyaç var. Türkiye'deki tüm insanlar, etnik kökenleri, dinleri ya da sınıfları ne olursa olsun barış, sosyal güvenlik ve özgürlüğü hak ediyor.”
 
 
* Kürt halkı çözüm için sürekli eylem ve diyalog isterken Türkiye'nin barışa yanaşmamasını nasıl görüyorsunuz? Zira tecritten tutalım halkın iradesinin kayyımlarla gasp edilmesine hepsi sürüyor siyasetçilere yüzlerce yıllık cezalar veriliyor.
 
Sırrı Sakık seçim gözlemcileri ile yaptığı görüşmede Kürt halkının barış istediğini ve bunu defalarca kanıtladığını ifade etti. Yerel seçimler sırasında sadece oy kullanmak için gönderilen askerlerin, kadınların ve Kürtlerin oy gücünü azaltacağı herkes tarafından biliniyordu. Bu anti-demokratik eyleme, barışçıl bir şekilde sandık başına giden yüz binlerce insan demokratik bir şekilde cevap verdi. Ancak sonuçlar Wan'da tanınmadığında insanlar protesto haklarını yine demokratik yollarla savundular. Oylarını başarılı bir şekilde geri aldılar. Ancak anti-demokratik şiddet şimdi Hakkari'de devam ediyor. AKP/MHP hükümeti bile yerel seçimlerden önce kayyum sisteminin işlemeye devam edemeyeceğini anladı. Aksi takdirde seçim darbesi için Kürt bölgelerine 50 bin asker ve devlet çalışanı göndermek gibi lojistik ve maliyeti yoğun bir çabaya asla girmezlerdi. Bu manevrayı neredeyse her yerde kaybettiler ve boşa düştüler. Şimdi eski kayyum stratejisinin yine ambalajını açmak halkı yıldırmayacak, sadece öfkelendirecektir. Güçlülerin rövanşizminden beslenmeyen demokratik bir çözüme acilen ihtiyaç var. Türkiye'deki tüm insanlar, etnik kökenleri, dinleri ya da sınıfları ne olursa olsun barış, sosyal güvenlik ve özgürlüğü hak ediyor. Bunun için mücadele etmeye değer. HDP, DEM Parti, kadınlar, sendikalar, LGBTIQ ve ekolojik gruplar işte bunu yapıyor. Bunu Basel'den Van'a dayanışma içinde, birlikte yapıyoruz. Çünkü baskının olmadığı bir yaşamı hak ediyoruz.
 
 
“Burada da insan haklarını ortadan kaldırmak için sağcı ve radikal sağcı partiler yükselişte. Birbirlerine fayda sağladıkları sürece otokratlar birbirlerini desteklerler. Birbirlerine faydaları kalmadığında ise bizi, çocuklarımızı ve kardeşlerimizi birbirlerine karşı savaşa gönderiyorlar.”
 
 
* AKP-MHP iktidarı barış isteyen Kürtlere karşı tecridi kullanmayı sürdürüyor ve bununla da kalmayarak kayyımların devam edeceğini adeta itiraf etti, insan haklarına karşı Türkiye ile devletlerin hala iş birliği yapmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Bu çok acı bir durum. Avrupa ülkeleri uluslararası angajmanlarında sürekli olarak batı değerlerini ve insan haklarını vurgulamaktadır. Ancak sonuçta insan haklarıyla ilgili ne kadar az şey olduğunu ve kendilerini pek çok düzeyde insan hakları suçlularına bağımlı hale getirdiklerini görmek şok edici. Burada da insan haklarını ortadan kaldırmak için sağcı ve radikal sağcı partiler yükselişte. Birbirlerine fayda sağladıkları sürece otokratlar birbirlerini desteklerler. Birbirlerine silah sağlıyorlar, hammadde ticareti yapıyorlar ve şirketler ya da yandaşları hayatları mahvettiğinde görmezden geliyorlar. Birbirlerine faydaları kalmadığında ise bizi, çocuklarımızı ve kardeşlerimizi birbirlerine karşı savaşa gönderiyorlar. Bu nedenle sağa kayışa, milliyetçiliğe, ataerkilliğe ve ırkçılığa karşı her yerde ayağa kalkmalıyız. Aksi takdirde insan haklarını ve demokrasiyi savunma şansımız kalmaz.
 
 
*Son olarak, Avrupa Konseyi İşkencenin Önlenmesi Komitesi (CPT) hala tecride karşı sessiz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları Türkiye tarafından uygulanmıyor. Türkiye'ye karşı nasıl harekete geçilmeli, uluslararası alan ne yapmalı?
 
 
Bu durumda çözüm önerileri getirmek zorlaşıyor. Türkiye'den Avrupa'ya gelmiş ya da burada büyümüş pek çok insan ırkçılığı her gün yaşıyor. Birçoğu da bundan kaçmak için güçlü ve iyi bir Türkiye imajına sarılıyor. Ancak Avrupa'daki milliyetçilik ve ırkçılık, Türkiye'deki milliyetçilik ve ırkçılığı meşrulaştırmak için kullanılmamalıdır. Büyük siyasi tartışmalar genellikle ekonomik liberaller de dahil olmak üzere liberaller ile korumacı ve radikal sağ partiler arasında yaşanıyor. Göçmenlerin, işçilerin ve kadınların her ikisinden de bekleyecekleri iyi bir şey yok. Türkiye'ye yönelik hızlı yaptırım çağrısı, muhtemelen tüm bu sefaletten siyasi olarak sorumlu olanları değil, enflasyondan zaten büyük ölçüde muzdarip olanları etkileyecektir. Ancak en azından silah ambargoları ve çift kullanımlı mallara yönelik kısıtlamalar ile demokratik muhalefetin siyasi olarak güçlendirilmesi ele alınabilecek yaklaşımlardır. Mülteci anlaşması da sona erdirilebilir. Bu kararla Avrupa kendisini şantajdan kurtarabilir ve güvenilirliğini yeniden kazanabilir.
 

Etiketler:

Okumadan geçme!