‘2050 yılına kadar bir buçuk milyar iklim mültecisi olacak’
- 09:01 4 Şubat 2021
- Ekoloji
Habibe Eren
ANKARA - Arap devrimlerini ortaya çıkaran ana unsurlarından birinin ekolojik kriz olduğunu söyleyen Ecehan Balta, “Mısır’da aynı dönemde çok ciddi bir gıda krizi yaşanmaktaydı. Bu gıda krizinin sonuçlarından bir tanesi olarak isyanlar ortaya çıktı. Suriye'de de benzer sonuçlar yaşandı. Bütün bu bölgedeki savaşlar buna indirgenemez ama temel nedenlerden biri ekolojik kriz. Araştırmalara göre 2050 yılına kadar bir buçuk milyar iklim mültecisi olacak” diyor.
Kapitalizmin yıkıcı ve kaotik etkisi son yıllarda kendisini en fazla doğa üzerinde gösteriyor. Sonsuz büyüme arzusu ve kâr hırsıyla yaşam alanlarına yönelik saldırılar bütün dünyada genişlerken bunun kötü etkileri hiç olmadığı kadar derinden hissediliyor. Ekolojik krizi hızlandıran ve daha karmaşık hale getiren sistemsel etmenler, bireysel etkilerle birlikte kendisine daha fazla alan yaratıyor. Fosil yakıtların aşırı kullanımı, ormansızlaşma, arazi örtüsünde meydana gelen değişiklikler ve sanayi faaliyetleri ile atmosfere salınan sera gazlarının atmosferdeki birikimleri, hızla artıyor. Tüm bunların yanı sıra yangınlar, doğal afetler, sel, heyelan, kuraklık, ozon tabakasında seyrelme, iklim değişikliği, gıda krizinin yanı sıra en son koronavirüs pandemisini yaşadık. Tüm dünyada binlerce insanın yaşamını yitirdiği salgın, henüz kontrol altına alınamazken birçok ülkede sağlık sistemi çöktü, toplumsal yaşam tamamen değişikliği uğradı. Bilim insanları bu salgının ne ilk ne de son olmayacağını belirtirken, doğadan giderek uzaklaşılması ve birçok canlının yaşam alanına müdahale edilmesinin yeni salgınların da habercisi olduğunu söylüyor.
Sloven düşünür Zizek’e göre ekolojik kriz, “yeryüzünü mahşeri bir sıfır noktasına taşıyan dört atlıdan biri”, Noam Chomsky’ye göre ise “nükleer felaketle birlikte tüm biyosferin sonunu getirme potansiyeli taşıyan iki tehlikeden biri. Peki, “Ekolojik krizin sorumlusu insan mıdır?” Bu soruya en kapsamlı yanıtı Murray Bookchin veriyor: “Günümüzde insanlık durumunu derinden değiştirebilecek toplumsal olanakların önünü açan ya da engelleyen, teknikten çok kültür, emekten çok bilinç, sınıflardan çok hiyerarşi olmuştur.”
Kısa sürede aşılamayan ve her geçen büyüyen bu kriz içinde tüm diğer sorunlarda olduğu gibi kadınlar erkeklere oranla daha fazla etkileniyor. İngiliz bir feminist çevre örgütü olan Womenn’s Environmertal Network’un hazırladığı rapora göre, iklim değişikliğine bağlı sebeplerle her yıl 10 binden fazla kadın yaşamını yitirirken, erkeklerde bu sayı 4 bin 500. Yine, iklim değişikliği sebebiyle meydana gelen afetlerden dolayı göç eden 28 milyon insanın 20 milyonu kadın. Tüm bu olumsuzluk içinde de ekoloji mücadelesinde direnişin öznesi olan yine kadınlar…
Ekoloji Politik ve Yeryüzü Çalışmaları Kooperatifi’nden yaşam savunucusu Ecehan Balta ile ekolojik krizleri ve buna bağlı sorunlardan kadınların neden daha fazla etkilendiğini ve tüm bu sistemsel krizlere nasıl bir bakış açısı ile yaklaşılması gerektiğini konuştuk.
* Kapitalizmin kaos ve yıkıcı etkisi son yıllarda kendisini en çok ekoloji üzerinde gösteriyor. Doğal alanların tahrip edilmesi, yangınlar, felaketler ve en son Covid-19 pandemisini yaşadık. Tüm bunları doğadan uzaklaştığımız için mi yaşıyoruz?
“Ekonomik krizi, gıda krizi ve su krizini ekolojik krizden bağımsız olarak düşünemeyiz. Ekolojik kriz bir yaşam krizi haline geldi. Şu anda bir yaşam krizi içindeyiz ve bunun birinci nedeni kapitalizmin kar hırsının getirdiği nokta. “Kâra ve sermayeye karşı yaşam” gibi bir ikilemle karşı karşıyayız.”
Bir anlamda evet. Gerçekten doğadan uzaklaşıyoruz ama bir yandan da kapitalist sistemin yarattığı araçlarla doğanın içine çok fazla girmeye başladık. Doğal olmayan bir şekilde doğanın içine giriyoruz. Covid-19 pandemisinin gösterdiği sıkıntı da buydu: Endüstriyel tarım ve sermaye hayvanların ve canlıların yaşam alanlarına eskiden olmadığı kadar çok yakınlaştı ve içine girdi. Bütün bunlar doğanın ekolojik dengesini bozan unsurlar olarak ortaya çıkıyor. Bunu en çok yapan da endüstriyel tarım. Dolayısıyla bunun sonucunda susuzlukla, iklim değişikliği ile karşı karşıya kalıyoruz. Dünya tarihinin çok çeşitli aşamalarında ekolojik krizler yaşanmış ama şu an da kapitalizmle birlikte yaşadığımız ekolojik kriz, diğer krizlere göre çok çok daha büyük bir hızla seyrediyor. Adeta dünyanın sonunu görüyoruz. Bu kriz, türlerin yok oluşu gibi çok çeşitli felaketleri de beraberinde getiriyor. Bütün bunlar farklı krizlerle birleşiyor. Ekonomik kriz, gıda krizi ve su krizini ekolojik krizden bağımsız olarak düşünemeyiz. Ekolojik kriz bir yaşam krizi haline geldi. Şu anda bir yaşam krizi içindeyiz ve bunun birinci nedeni kapitalizmin kar hırsının getirdiği nokta. “Kâra ve sermayeye karşı yaşam” gibi bir ikilemle karşı karşıyayız.
* Özellikle salgından devam edecek olursak önümüzdeki süreç için yeni salgınların olma ihtimali var mı?
Covid- 19 pandemisi İspanyol gribinden sonra en çok insan öldüren salgınlardan bir tanesi. Ancak insanlık tarihinde salgınlar her zaman vardı. Mesela, Afrika’da hala kolera ve sıtma salgınları devam ediyor. Biz aslında bunlara gözümüzü kapatmıştık, Covid bütün dünyayı aynı anda vuran bir şey olduğu için gözümüzü açtı. Bulaşıcı hastalıklar 20. yy’da biraz aşılarla dünyanın belirli bölgelerinde kontrol altına alınmıştı. Ancak aşısı olan hastalıklar bile Afrika’da durmuyordu. Çünkü aşının patenti var, para veriyorsun. Aşıyı alamayan ölmeye devam ediyor. Dolayısıyla Afrika’da ve Güneydoğu Asya’da bulaşıcı hastalıklar vardı ve devam ediyordu. Her yıl milyonlarca insan farklı bulaşıcı hastalıklardan ölüyordu. Koronavirüs salgını da 2019’da ortaya çıkmadı. İlk korona salgını 2008’de ortaya çıktı. O yıldan beri SARS- MERS gibi farklı adlar altında koronavirüslerle tanışmıştık. Buna karşı aşılarda geliştirilmeye çalışılmıştı fakat belirli bir noktada ‘kâr etmez’ diye durdular. 2008’den beri devam etseydi bu çalışmalar belki Covid aşısına bugün daha kolay ve hızlı ulaşabilir olacaktık. O yüzden bilim insanlarının ‘salgınlar devam edecek’ çıkarımı kesinlikle kehanet değil. Geçmişten geleceğe bir trendin dile getirilmesi. Bunun böyle olacağı kesin. Neden? Çünkü insan doğaya, doğal olmayan yollarla müdahale kanalları açıyor, bu müdahale kanalları sürekli açık olduğu sürece salgınların devam etmesi kaçınılmaz.
* Birleşmiş Milletler verilerine göre son 100 yılda su kullanımı nüfusun 2 katı hızda arttı. Şu anda dünya üzerinde 700 milyon kişinin temiz içme suyuna erişimi yok. Gıdaya erişimle birlikte temiz içme suyu meselesi de gündemde. Bir yandan da Türkiye’de kuraklık gündemde. Bizleri nasıl bir gelecek bekliyor?
“Her şeyi geçtim; biz domates ekmenin artık nasıl bir şey olduğunu bilmiyoruz. Kendi gıdamızı kendimizin üretmesi bilgisinden de kopartılıyoruz. Bunu da kırı aşağılayarak yapıyorlar. Bütün bunların sonucunda gıda ve su krizi ile karşı karşıya kalıyoruz. İklim krizi gıda krizi ve kuraklıklar hepsi birbirine bağlı. Bu kendiliğinden olmuyor sermaye yapıyor bunu bilmemiz lazım.”
İyi şeyler beklemiyor. 700 milyon insanın suya erişimi yok ve kişi başına düşen su kullanımı arttı ama suyun nereye kullanıldığına bakarsak tabloyu daha net görebiliriz. Suyun yüzde 70’i endüstriyel tarımda kullanılıyor. Endüstriyel tarımın büyük bir kısmı hayvancılık için kullanılıyor. Endüstriyel tarımla beslenmek gibi bir zorunluluğumuz yok. Bugün birçok araştırma gösteriyor ki, geçimlik tarımla ve bahçecilikle endüstriyel tarımla beslendiğimizden çok daha ciddi bir oranda kaliteli ve yeterli besin elde edebiliyoruz. Bunu yaparken geleceğimizi de güvence altına alıyoruz çünkü biyo-çeşitliliği koruyoruz. Endüstriyel tarım ne demek? Bir arsaya 50 yıl buğday ekiyorsun mono kültüre geçiyorsun ondan sonra zaten bir daha bir şey ekemiyorsun. Dolayısıyla biyolojik çeşitlilik azalıyor, biyo-çeşitlilik azaldıkça türlerin direnci de azalıyor. Mesela, 16. yy’da pirinçlere kıran giriyor dünyadaki bütün pirinç türlerinde bir hastalık ortaya çıkıyor ve sadece Çin’deki bir pirinç türü bu hastalığa karşı dayanıklılığı ortaya çıkıyor. Ve biz şu anda sadece Çin’deki pirinç türlerinden türetilmiş pirinçleri yiyoruz. Biyolojik çeşitliliğin böyle bir anlamı var. Bütün bunlar ortadan kalkınca gıda krizi de kendiliğinden geliyor. Gıdaya ulaşım zorlaşıyor, gıda tekelleri ortaya çıkıyor ve fiyatlar artıyor. Her şeyi geçtim; biz domates ekmenin artık nasıl bir şey olduğunu bilmiyoruz. Kendi gıdamızı kendimizin üretmesi bilgisinden de kopartılıyoruz. Bunu da kırı aşağılayarak yapıyorlar. Bütün bunların sonucunda gıda ve su krizi ile karşı karşıya kalıyoruz. İklim krizi gıda krizi ve kuraklıklar hepsi birbirine bağlı. Bu kendiliğinden olmuyor sermaye yapıyor. Bunu bilmemiz lazım.
* Birçok araştırmaya göre ekolojik krizlerden ve buna bağlı yaşanan göçlerden en çok kadınlar etkileniyor, bunun nedeni nedir?
“Arap Devrimlerini ortaya çıkaran ana unsurlarından biri ekolojik krizdi. Mısır’da aynı dönemde çok ciddi bir gıda krizi yaşanmaktaydı. Bu gıda krizinin sonuçlarından bir tanesi olarak isyanlar ortaya çıktı. Suriye’de de benzer sonuçlar yaşandı. Bütün bu bölgedeki savaşlar buna indirgenemez ama temel nedenlerden biri ekolojik kriz.”
Arap Devrimlerini ortaya çıkaran ana unsurlarından biri ekolojik krizdi. Mısır’da aynı dönemde çok ciddi bir gıda krizi yaşanmaktaydı. Bu gıda krizinin sonuçlarından bir tanesi olarak isyanlar ortaya çıktı. Suriye'de de benzer sonuçlar yaşandı. Bütün bu bölgedeki savaşlar buna indirgenemez ama temel nedenlerden biri ekolojik kriz. Bu yüzden Suriye'den göç etmiş 10 milyon insana iklim göçmenleri ve mültecileri demek de yanlış olmaz. Araştırmalara göre 2050 yılına kadar bir buçuk milyar iklim mültecisi olacağı tahmin ediliyor. Bu rakam büyük ihtimalle daha kötü olabilir ama daha iyi olmayacak. Şimdi bu açıdan baktığımızda ekolojik kriz, iklim mültecileri yaratıyor. Burada da yine kadınların aslında her büyük harekette olduğu gibi çok ciddi bir şekilde kişisel güvenlik haklarının sarsıldığını görüyoruz. Yani kadın köyden kente göç ettiğinde bir tane apartmana kapatılır evinden çıkamaz, üretim yapamaz. Bakım emeği bireyselleşir; dolayısıyla iş yükü artar ama aynı zamanda yalnızlaşır, yoksullaşır ve hayattan yoksunlaşır. İklim göçleri de kadınlar açısından daha ağır sonuçlar doğuruyor.
Erkekler işgücü piyasasında daha kolay iş buluyor, eğitim olanaklarına ulaşıyor, kamusal alan kendisine ait olduğu için de dili daha çabuk öğreniyor. Ama kadınlar bu olanaklardan yoksun bir şekilde tamamen izole hayatlar yaşamaya mâhkum ediliyorlar. Onun dışında gıda krizleri kadınları daha fazla etkiliyor. Çünkü gıda ve su bulmak zorunda olan kişiler yine kadınlar, bu bakım emeğinin bir parçası olarak ortaya çıkıyor. Şimdi Afrika’da bazı ülkelerde kuyulara yürümek ciddi bir iş. Bu işi, kadınlar ve çocuklar yapıyor. Günde 2 saat kuyuya gidip su alıp iki saatte geri geliyorlar. Bütün krizlerde olduğu gibi ekoloji krizinde de kadınlar çocuklar ve ötekileri etkiliyor. Kadınlar toplumsal yeniden üretimden sorumlu olduğu için ekolojik krizin sonuçlarını da çok ağır bir şekilde yaşıyorlar. Ekolojik krizin yarattığı deprem, sel, felaket, yangınlar, kasırga vs. bütün bunlarla ilgili rakamlara baktığımızda da kadınların daha fazla etkilendiğini görüyoruz. Ölüm oranlarına baktığımızda da yüzde 60 ve 70’ini kadınlar ve çocuklar oluşturuyor. Erkekler günlük yaşamında daha güvenli inşa edilmiş kamusal alanı kullanırken kadınlar evde kalıyor, çocuk bakımını yürütüyorlar. Deprem olduğunu düşünün, kadın çocuğunu almak için gidiyor. Kasırgadan kaçarken mesela bir arabanın veya ehliyetinin olması lazım. Kadınlar kaçamıyor, bu yüzden hayatlarını daha fazla etkiliyor. Ama bir yandan da kadınlar ekoloji meselesinde daha da yoğun bir karşı çıkışın özneleri…
*Son süreçte ekoloji mücadelesinde kadınlar en önde yer alıyor. Kirazlı’da Çapaklı’da erkek devlet şiddetine rağmen kadınlar yaşam alanlarını korumada ısrarını gösterdi. Kadınlar için doğal yaşam ne anlam ifade ediyor?
“Nereye bakarsanız bakın o mücadeleyi başlatanların, çocukların sağlığı, ailenin geçimi, evin yemeği gibi dertleri olanların kadınlar olduğunu çok net görüyorsunuz. O yüzden ekoloji mücadelesi kadınların ‘kendi sorumlu oldukları alan’. Bu fonksiyonları nedeniyle kadınlar doğaya bağımlı cinsiyeti temsil ediyor. Sanırım o yüzden ekoloji mücadelesinde kadınlar en önde oluyor.”
Kadının yaşamı yeniden üretme çabası, toplumsal cinsiyet rolü gereği doğayla erkeklerden çok daha yakın ilişki kurmasını getiriyor. Aslında kadın kendi fonksiyonuna temel olan ürünü koruyor. Onu koruma refleksi kadınları ekoloji mücadelesinde daha ön plana çıkarıyor. Bir de şunu da gördük: Biz erkekler gibi değiliz mekanizmalara, kararlara o kadar çok takılmıyoruz. Çoğu kadın da örgütsüz olarak bu refleksi gösteriyor. Mesela birçok şeyde kadın en önde geliyor radikal tavırları var. Jandarmaya mücadelede kadın olur genellikle, çok azdır o resimlerde erkekler… Bir noktada atıyorum koruma derneği kuruyorlar, o derneğin başkanı bir adam oluyor ondan sonra o adam başkan olduğundan itibaren kadınlar olmuyor. Çünkü kadınları dâhil etmiyorlar. Kadınlar o noktada erkek zihniyeti pekiştikçe geri çekiliyorlar. Nereye bakarsanız bakın o mücadeleyi başlatanların, çocukların sağlığı, ailenin geçimi, evin yemeği gibi dertleri olanların kadınlar olduğunu çok net görüyorsunuz. O yüzden ekoloji mücadelesi kadınların ‘kendi sorumlu oldukları alan.’ Bu fonksiyonları nedeniyle kadınlar doğaya bağımlı cinsiyeti temsil ediyor. Sanırım o yüzden ekoloji mücadelesinde kadınlar en önde oluyor.
* Ekoloji mücadelesi çoğunlukla sadece bu alanda çalışma yürüten STÖ ve aktivistlerle sınırlı kalıyor. Neden toplumsallaşamıyor?
“Aslında Covid meselenin ciddiyetini gösterdi bir ölçüde, baksalar etrafa başka bir sürü belirteç var, ama bunlar yokmuş gibi davranmanın konforunu yaşayan bir grup var. Bir yandan da insanlar kendilerini ilgilendiren meselelere karşı çıkıyorlar. Bu da ekoloji mücadelesini toplumun geneline yayma konusunda bazı sıkıntıları getiriyor.”
Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, uluslararası düzey. Ekolojik kriz tek başına bir ülke ile sınırlı değil, küresel ölçekte yaşanıyor ve küresel sorumluları var. Ekoloji mücadeleleri biraz doğası gereği yerel başlıyor; bu yüzden bölgesel ve uluslararası alanda büyümeleri biraz vakit alıyor. Çünkü parçalı düşünmeye çok alışmışız ve bazı şeyleri ciddiye almıyoruz. Ekoloji mücadelesine hala ‘60’ların cici çocukları kendi kendine eğleniyor’ gibi bakıyorlar. Bir yandan da kimlik siyaseti yapıyorlar diyorlar. Bu, aşmamız gereken bir durum. Aslında Covid meselenin ciddiyetini gösterdi bir ölçüde, baksalar etrafa başka bir sürü belirteç var ama bunlar yokmuş gibi davranmanın konforunu yaşayan bir grup var. Bir yandan da insanlar kendilerini ilgilendiren meselelere karşı çıkıyorlar. Bu da ekoloji mücadelesini toplumun geneline yayma konusunda bazı sıkıntıları getiriyor.
Örneğin bir ulusal eyleme gittik. Eyleme pankart getirmişler, pankartta ‘bu enfes güzellikteki yere bilmem ne santrali yapmak istiyorlar. ‘Sizce değer mi?’ yazıyor. O enfes güzellikteki yere tabi ki bir şey santrali yapmasınlar ama senin beğenmediğin, estetik bulmadığın ‘kara kara dağlar dediğin’ yere de yapmasınlar. İnsanlar biraz kendi çıkarı ile ilişkili olan meselelere karşı çıkıyor. Bunu da çok konformist bir yerden yapıyor. Ulusal çapta bunu değiştirmeye çalışan Ekoloji Birliği gibi içinde 100’e yakın örgütün bulunduğu yapılar da var. Biz geçen sene ekoloji politik konferans yaptık. Bu konferansa 600 kişi katıldı, çok büyük bir etkinlik oldu. Çok uzun zamandır farklı ekipleri bir araya getirme noktasında çalışmalar var ama yavaş yavaş sonuç almaya çalışıyoruz.
* Ekoloji örgütleri tarafından geçen günlerde “Kazma bırak” diye bir kampanyanın duyurusu yapıldı, kampanyanın içeriği ve amacı nedir?
“Tüm bunlara karşı halkların ‘ekolojik kriz sınır tanımıyor’ demesi lazım. Küresel iklim grevi yaptık geçen sene bir etkisi oldu ama yapıların arasında bir organik bağ kurulamadı, umarım bunu yapacağız.”
Kampanyada 68’den fazla örgüt var. Yunanistan, Güney ve Kuzey Kıbrıs’tan da örgütler var. Biz 30 senedir bu yerlerdeki ekoloji örgütleri ile bir araya gelememiştik. Ekoloji örgütlerini geçin herhangi bir düzlemde 30 senedir bir araya gelememiştik. Kampanyanın ana hattı da Doğu Akdeniz’de fosil gaz çıkarma çalışmaları ile ilgili. Burada bir yandan Türkiye ve Yunanistan egemenlik kurmak istiyor. Dolayısıyla savaşın eşiğine getirip getirip bırakıyor. Onun dışında fosil yakıtın kendisi ciddi bir ekolojik kriz nedeni. Bir yandan da bölgede savaş tehdidi, bölgesel ekolojik krizler vs. gibi durumlar var, bu durum hepimizi etkileyecek. Şimdi Filistinlilerle de görüşüyoruz çünkü İsrail’in Akdeniz’den petrol boru hattı geçirmeye çalışmak istediği İSMEK ismiyle bir projesi var. Tüm bunlara karşı halkların ‘ekolojik kriz sınır tanımıyor’ demesi lazım. Küresel iklim grevi yaptık geçen sene bir etkisi oldu ama yapıların arasında bir organik bağ kurulamadı, umarım bunu yapacağız.
* Ekolojik krizin sistemsel ve bireysel etkilerinden bahsettiniz, peki buna karşı nasıl bir perspektif geliştirilmeli?
“Kara kapitalizmden kurtulup yeşil kapitalizme geçmek istemiyoruz. Yeşil kapitalizmde kapitalizmdir sonuçta. Tam da yaşam ve sermaye arasındaki mücadele aslında yaşamı öldürüyor, mesele bir yaşam krizine dönüşüyor. Bu mücadele her şeyden önce kapitalizmin üç temel özelliğine karşı olmalı: Kar hırsı, tüketim ve hız.”
Yeşil kapitalizm diye bir şey var ya kapitalizm kendisini yeşilleştirmeye çalışıyor. Bütün plastik şişelere ‘doğa dostu’ diye etiket yapıştırılıyor. Ambalajlar geri dönüştürebiliyor ama niye olduğu sorgulanmıyor. Tedarik zinciri giderek uzuyor… Ama esas olarak da kapitalizm kömür üzerine kuruluydu ya ‘kara kapitalizm’ deniliyordu. Kara kapitalizmden kurtulup yeşil kapitalizme geçmek istemiyoruz. Yeşil kapitalizmde kapitalizmdir sonuçta. Tam da yaşam ve sermaye arasındaki mücadele aslında yaşamı öldürüyor, mesele bir yaşam krizine dönüşüyor. Bu mücadele her şeyden önce kapitalizmin üç temel özelliğine karşı olmalı: Kar hırsı, tüketim ve hız. Bunu durdurmaya herkesin ihtiyacı var.
Çok muhalif ve radikal bile olsan ekoloji meselesini gündemine almak zorundasın. Çünkü o muhalif dünyanı ve ütopyanı hayata geçirmek için bir toprağa, gezegene ihtiyacın olacak. Biz yakında bunun ortadan kalkmasından, insanla birlikte birçok türün yaşamının mümkün olmayacağı bir noktadan bahsediyoruz. Felaket senaryosu üzerinden bir aciliyet duygusu yaratmak istemiyorum ama durum tam da bu. Bütün kurtuluş ütopyalarımızın ana bileşenlerinden bir tanesi mutlaka kaçınılmaz olarak ekolojik duyarlılık ve ekolojik krize karşı topyekün mücadele olmalı. Bu neyi gerektirir, ölçek değiştirmeyi gerektirir. İstanbul’un suyu şu kadar kaldı deniliyor. İstanbul’da yağacak yer yok ki. İstanbul’da karı tutacak onu yer altı sularına karıştıracak toprak yok ki. İstanbul’un suyu ta başka yerden geliyor. Ankara’nın suyu Çorum’dan geliyor. Kendi kendine yetebilen yaşam alanlarını konuşuyor olmamız lazım.
Ecehan Balta kimdir?
ODTÜ Sosyoloji bölümünden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi (Siyaset Bilimi) bölümünde yüksek lisans derecesini aldı. Bir yıl New York Üniversitesi’nde misafir araştırmacı olarak bulundu. Ardından Ankara Üniversitesi’nde aynı bölümde Türkiye tarihinde köylü hareketlerine üzerine teziyle, doktorasını tamamladı. Kadınların güçlendirilmesinden üreme sağlığına, istihdamdan kırsal “kalkınmaya” çeşitli alanlarda projeler yazıyor ve araştırmalar yürütüyor. Yanı sıra, iletişim becerileri başta olmak üzere, farklı alanlarda yetişkin eğitimi içerikleri geliştiriyor ve kendisi de eğitimler veriyor. Stratejik plan hazırlama, ölçek geliştirme, etki ve memnuniyet değerlendirmesi gibi alanlarda çalışmaları mevcut. Praksis Dergisi Editörler Kurulu üyesi, Feminist Queer Araştırmacılar Ağı’nın moderatörlerinden birisi, Kır Araştırmaları Ağı’nın katılımcısı.