Akademisyen Deepa Driver: Türk devleti ‘umut hakkını’ baltalıyor
- 09:01 18 Ekim 2024
- Güncel
Melek Avcı
ANKARA – İmralı için bin 500 imzacıdan biri olan Akademisyen ve Sendikacı Deepa Driver, “Birçoğumuz bu mektubu imzalayarak çok gelişmiş haklar değil, çok sofistike çözümler değil, bir insanın temel haklarına saygı gösterilmesini talep ettik. Sayın Öcalan'a bu şekilde davranarak ve esasen onu yok sayarak Türk devleti aynı zamanda ‘umut etme hakkını’ da baltalıyor” dedi.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 18 Mart 2014 tarihinde, PKK Lideri Abdullah Öcalan’a şartlı salıverilme hakkı tanınmaksızın verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını (umut hakkı) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) aykırı buldu ve Türkiye’den düzenleme yapmasını talep etti. Türkiye, aradan geçen 10 yıla rağmen bu konuda bir adım atmaması üzerine ve başlatılan özgürlük kampanyasının etkisiyle, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 17-19 Eylül tarihleri arasında yaptığı toplantıda, AİHM’in ihlal kararlarının ve gerekliliklerinin uygulanıp uygulanmadığını ele aldı.
Bu gelişmelerin yanı sıra, Nobel ödüllü 69 isim, İmralı tecridine karşı Temmuz ayında Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi (AK BK), AİHM, Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT) ve BM İnsan Hakları Komitesi'ne (OHCHR) mektup gönderdi. Bunun yanı sıra, bin 500’ü aşkın avukat ve kurum temsilcisi ise İmralı ile görüşme sağlanması için imza attı. Bu imzacılardan biri olan akademisyen ve sendikacı Deepa Driver değerlendirmelerde bulundu.
“Sayın Öcalan'ın davası, Türk devletinin her şeye kadir olduğu ve yargının da aslında devletin emrinde olduğu fikrini pekiştirmektedir. Bu da yargıya ve yargı süreçlerine olan saygıyı ortadan kaldırıyor. Bu durum sadece endişe verici değil, aynı zamanda son derece yanlış.”
*PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik 26 yıldır süren işkence ve tecrit devam ediyor. Kendisiyle iletişim kurulamamasını ve bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sayın Öcalan'a yönelik muameleye ilişkin endişelerim üç alanda yoğunlaşıyor: Bence her şeyden önce ortada kişisel bir trajedi var. Sayın Öcalan'ın Türk devleti tarafından tecrit edilmesi, avukatlarıyla ya da ailesiyle iletişim kuramaması ya da mektup alamaması, yaşadığına dair bir kanıt olduğunu bilmemek olağanüstü ve son derece uç bir şey. Bu mutlak iletişimsizlik hali, Sayın Öcalan'ın durumunda çok rahatsız edici bir şey olduğunu gösteriyor, çünkü Sayın Öcalan'a yaptıkları ve Kürt hareketinin lideriyle denedikleri şey, daha sonra başkalarına da sınır olmaksızın kullanabilecekleri bir şey. Ortada kişisel bir trajedi var, ama bunun daha geniş etkileri de var.
Sayın Öcalan'a yapılan muameleyle ilgili ikinci mesele, bu muamelenin sembolizmidir. Bu muamele, herkese ve Türkiye halkına şunu diyor: "Muhalif olduğunuzda ya da devletin istediğinden farklı bir yol önerdiğinizde başınıza gelecek olan budur." Dolayısıyla çok güçlü bir mesaj gönderiyor. İnsanlar bu mesaja farklı tepkiler verebilir; bazıları korku ve ürkeklikle tepki verirken, bazıları da aynı alanda ve yolda yürümek isteyebilir. Ancak tüm bunları yaparken, Sayın Öcalan'ın davası, Türk devletinin her şeye kadir olduğu ve yargının da aslında devletin emrinde olduğu fikrini pekiştirmektedir. Bu da yargıya ve yargı süreçlerine olan saygıyı ortadan kaldırıyor. Bu durum sadece endişe verici değil, aynı zamanda son derece yanlış.
Üçüncü husus ise, Sayın Öcalan'ın 26 yıldır, özellikle de son birkaç yıldır, avukatlarına ve ailesine erişimi olmaksızın tutulmasına dair Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bir karar verdiğinde ve bu kararın nasıl uygulandığına ilişkin Avrupa Konseyi'nin bize ne söylediğidir. Yakın zamanda, müebbet hapis cezasına ya da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmış mahkumların bile umut etme hakkına sahip olmaları gerektiği ve bu nedenle tahliye edilmeseler bile davalarının bir noktada gözden geçirilmesi gerektiği yönünde bir yorum yapıldığını biliyorum. Ancak Sayın Öcalan'a bu şekilde davranarak ve esasen onu yok sayarak, Türk devleti aynı zamanda “umut etme hakkını” da baltalıyor.
Esasen bu hakkı ortadan kaldırıyor ve Avrupa Konseyi devletlerinin bunu uygulayamayacaklarını ya da uygulamayacaklarını bize gösteriyor. Uygulayamayacaklarını söylemek genellikle “uygulamayacağım” demenin yumuşak bir yoludur. Neden uygulamadıklarını merak ediyorsunuz: Türk devletinin Sayın Öcalan'a karşı davranış biçimini onayladıkları için mi, yoksa Türk devletinden ve sonuçlarından korktukları için mi, ya da Türk devletinin Avrupa Konseyi devletlerinin de bazı diğer ihlallerde suç ortağı olduğu için mi Avrupa Konseyi devletleri Sayın Öcalan davası hakkında bir şey söylemek istemiyorlar? Bu seçeneklerin üçü de, en azından bana göre, Avrupa Konseyi'nin sağlığı, güvenliği ve Bakanlar Komitesi’nin gücü ile bütünlüğü açısından son derece endişe verici. Dolayısıyla, sadece bu bütünlüğü yeniden yakalamak için bile olsa, Avrupa Konseyi buna karşı ciddi bir duruş sergilemelidir.
“ABD Casusluk Yasası'nın ülke dışı uygulamaları olsun, uluslararası hukukun altını oyan başlıca aktör ABD'dir. Çok fazla örnek var. Dolayısıyla İtalya'nın eski başbakanı kişisel baskı altında kaldığını kamuoyuna açıkladığında bunun şaşırtıcı olmadığını düşünüyorum.”
*Bu ay 9 Ekim Uluslararası Komplo’nun yıldönümüydü. Yıllar sonra, o dönem “siyasi sığınma hakkı” veren İtalya, ABD'den Bill Clinton'ın kendilerini aradığını ve Abdullah Öcalan'ı Türkiye’ye teslim etmeleri talimatı verdiğini açıklamıştı. Bu açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu vesileyle, yıllar boyunca sığınma hakkının bariz ve tekrarlanan bir şekilde ihlal edildiğini görmüş olmamız gerçekten çok ilginç değil mi? Sadece Sayın Öcalan'ın durumunda değil, insanların şu anda verilmiş olan sığınma hakkından mahrum bırakıldığı bir dizi başka durumda da bu durum oyundaki asıl güçler hakkında bir şeyler söylüyor. Bir yanda ilk etapta sığınma hakkı veren güçler ve bu güçlerin gücü, diğer yanda ise bu sığınma hakkını geri almak ve temel insan haklarını inkâr etmek isteyen güçler yer alıyor. Bugünlerde giderek daha fazla gördüğümüz bir şey bu. Bu durum, ulus ötesi devletlerin genellikle birbirleriyle işbirliği yaptığı bir ulus ötesi baskı fikrinden geliyor.
Bu uluslar ötesi baskı modellerinde gördüğümüz bir başka şey de ABD'nin çoğu zaman bunun arkasında yer almasıdır; örneğin teröre karşı savaş sırasında Irak ve Afganistan'da işlenen suçlarla ilgisi, ABD'nin Makedonya sınırından kaçırılan Alman vatandaşı Khalid el-Masri'nin kaçırılmasındaki rolü ve işkence suçuna karışan istihbarat ajanlarının yargılanmaması için Almanya da dahil olmak üzere müttefiklerine nasıl baskı yaptığını gördük. ABD'nin birçok durumda bunu yaptığını görüyoruz; bir yandan uluslararası hukukun altını oyan başlıca aktör olurken, diğer yandan dünyayı dolaşarak uluslararası hukuku zorlama yöntemiyle barış, dayanışma ve özgürlük getiriyormuş gibi davranıyor. Yani bir yandan "uluslararası hukuku önemsiyoruz" diyorlar, “Bunu yapmamalısınız. Türkiye, bunu yapmamalısın. Rusya, bunu yapmamalısın.” Ancak öte yandan, ister iltica yasaları olsun, ister izleme ile ilgili yasalar olsun, ister ABD Casusluk Yasası'nın ülke dışı uygulamaları olsun, uluslararası hukukun altını oyan başlıca aktör ABD'dir. Çok fazla örnek var. Dolayısıyla İtalya'nın eski başbakanı kişisel baskı altında kaldığını kamuoyuna açıkladığında bunun şaşırtıcı olmadığını düşünüyorum. Ve tabii ki sorunuzun bir diğer kısmı da ABD'nin Sayın Öcalan'ı yakalamakla neden bu kadar ilgilendiği; ne yazık ki bunu bilmiyorum.
“Bakanlar Komitesi’nin açıklaması başlı başına endişe vericidir, çünkü yıllardır bu haklardan mahrum bırakılmış bir kişiye “size uymanız için bir yıl daha süre tanıyacağız” denmektedir. Bu da bana göre Sayın Öcalan'ın durumunun aciliyetini anlamadıklarını ya da anlamak istemediklerini gösteriyor.’”
*Geçtiğimiz ay Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi toplantısında Abdullah Öcalan'ın "umut hakkı" tartışıldı ve bu toplantıda süreç yine ertelenerek Türkiye'ye 2025'e kadar süre tanındı. "Umut hakkının" ise salıverilme anlamına gelmeyeceği belirtildi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Herhangi biri ömür boyu hapis cezasına çarptırıldığında, bunun gözden geçirilmesi için bir mekanizma olması gerekir. Aksi takdirde, "sizi bir hücreye koyduk ve asla dışarı çıkma ihtimaliniz yok" demiş oluruz. Eğer durum buysa, Batı'da hapishanelerin sadece iade ve onarım değil, aynı zamanda değişim için bir mekanizma olduğuna dair yapılan konuşmalar havada kalır. Tabii ki bu, insanların doğru nedenlerle cezaevinde olduklarını varsayarsak geçerlidir, ki böyle bir durum var mı, o da ayrı bir hikâye. Ancak siyasi mahkumlar söz konusu olduğunda, müebbet hapis cezalarının kullanılması ve idari tutukluluğun kötüye kullanılması, insanların cezalarını çekmiş olsalar bile hapishaneden çıkma ihtimallerini baltalayan faktörlerdir.
Cezalarının sonunda, cezaevi yetkilileri insanların cezaevinde kaldıkları süreyi uzatabiliyor ve bu gerçekten endişe verici bir durum. Bakanlar Komitesi’nin açıklaması başlı başına endişe vericidir, çünkü yıllardır bu haklardan mahrum bırakılmış bir kişiye “size uymanız için bir yıl daha süre tanıyacağız” denmektedir. Bu da bana göre Sayın Öcalan'ın durumunun aciliyetini anlamadıklarını ya da anlamak istemediklerini gösteriyor. 15 günden fazla tek kişilik hücrede tutulan herkes zaten işkenceye maruz kalmıştır. Dolayısıyla söyledikleri şey, "bu konuda bir şey yapmadan önce işkencenin bir yıl daha devam etmesine izin vermeye hazırız" demektir. Elbette bu süreçler çok uzun sürüyor. Sayın Öcalan'ın davasında, dava bunca yıldır açık olduğu için ne bir yıl ne ötesi veya azı; birey düzeyinde 15 gün bile çok fazla. Yapılanları görünce, bu kesinlikle akıl alır gibi değil. Bunun bir açıklaması yok.
“Birçoğumuz bu mektubu imzalayarak çok gelişmiş haklar değil, çok sofistike çözümler değil, bir insanın temel haklarına saygı gösterilmesini talep ettik. Bunu her insan için yapardık. Ancak Sayın Öcalan'ın durumu elbette özellikle semboliktir ve bu nedenle birçoğumuz bu mektubu imzaladık.”
*Bir insan hakları aktivisti olarak tecridin kaldırılması ve Abdullah Öcalan ile görüşülmesi için imza veren bin 500 avukat listesinde kurum temsilcisi olarak yer alıyorsunuz. Niçin buna destek verme ihtiyacı duydunuz, hangi inanç ve düşünceyle buraya imza attınız?
İngiltere'de Sosyalist Avukatlar Derneği adlı ilerici bir avukat örgütünün ve Avrupa düzeyinde avukatlar birliğinde yer alıyorum, Demokrasi ve Dünya İnsan Hakları için Avrupalı Avukatlar olarak nitelendiriliyor. Örgütlerimiz adalet sisteminin pek çok ülkede temelden çöktüğüne inanıyor ve temelden çöktüğünde de sıradan insanlar için adaleti sağlamak üzere sistemin işe yarayan parçalarını kullanmaya çalışıyoruz. Sayın Öcalan davasıyla ilgili olarak bahsettiğim sembolizm bu örnekte çok önemli, çünkü Sayın Öcalan davası bizim için sadece Sayın Öcalan'la ilgili değil. Sayın Öcalan'ın avukatı olmamız ya da onun iyiliği için endişelenmemiz meselesinden ibaret değil ki insan olarak elbette endişeleniyoruz, aynı zamanda Türkiye'de gözaltıların, keyfi tutuklamaların artması, Türkiye'deki hapishane nüfusunun artması, Türkiye'deki siyasi tutsakların sayısının bildirilmemesi, tecrit kültürünü sürdüren F tipi hapishanelerin kullanımının artması, ister tecrit ister cezaevi olsun, gerçekten kabul edilemez koşulların normalleşmesinin artması vb. bizim gündemimiz. Bu bağlamda birçoğumuz bu mektubu imzalayarak çok gelişmiş haklar değil, çok sofistike çözümler değil, bir insanın temel haklarına saygı gösterilmesini talep ettik. Bunu her insan için yapardık. Ancak Sayın Öcalan'ın durumu elbette özellikle semboliktir ve bu nedenle birçoğumuz bu mektubu imzaladık.
“Dünyanın başka yerlerinde insanlar bizim yüzümüzden yanarken ve ölürken, biz akşam yemeğine, operaya ya da sinemaya gidip güzel bir hayat yaşamaya istekliysek, bu bizi nasıl gösterir?”
*Bugün Ortadoğu'da bir savaş hali var ve milyonlarca insan, özellikle de kadınlar ve aydınlar PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın savaşın sonlandırılması için serbest bırakılmasını talep ediyor. Siz buradaki rolüne ilişkin ne düşünüyorsunuz?
Bence Sayın Öcalan'ın felsefesi, benim yorum yapabileceğim bir konu değil. Ancak görüşler barışçıl ve muhalif olduğu sürece, insanların bunları duyabilmesi gerektiğini düşünüyorum. İnsanlar bu görüşleri anlayabilmeli ve onlarla etkileşim kurabilmelidir. Özellikle Orta Doğu'daki durum, sadece Filistin sorunu ile ilgili değildir. Bölgedeki sorunlar, İngilizlerin neden olduğu sömürge baskısından ve Balfour Deklarasyonu'nun bir parçası olan sömürgeci kararlardan kaynaklanmaktadır. Benzer şekilde, ister Irak'ta ister başka yerlerde olsun, Orta Doğu'daki savaşların sorumlusu Amerika’dır. Dolayısıyla Orta Doğu'daki sorunları düşündüğümüzde, bunlar Latin Amerika’daki veya dünyanın diğer bölgelerindeki sorunlara çok benzerdir. Ancak her bölgenin kendi özel bağlamı göz önüne alındığında bu sorunlar farklıdır. Benzer olmalarının nedeni, ya Amerika gibi mevcut sömürgeci güçlerin ya da İngiltere gibi eski sömürgeci güçlerin bu savaşlardan sorumlu olmasıdır. Ayrıca, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını desteklemesi gereken çeşitli kurumlar aracılığıyla, baskılarına boyun eğen herkesin altını oymak için işbirliği yapmalarıdır.
Savaşı sona erdirmek için, bizlerin çeşitli ülkelerin vatandaşları olarak, hükümetlerimizin bizim adımıza hareket ederken hesap verebilirlikle davranmalarını talep etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Hükümetlerin dünyanın diğer bölgelerindeki insanları bombalamalarını, yok etmelerini, öldürmelerini ya da diri diri yakmalarını durdurmalıyız.
Bu çok önemli, çünkü orada yaşananların buraya sıçrama riski elbette var. Ancak aynı zamanda, dünyanın başka yerlerinde insanlar bizim yüzümüzden yanarken ve ölürken, biz akşam yemeğine, operaya ya da sinemaya gidip güzel bir hayat yaşamaya istekliysek, bu bizi nasıl gösterir? Bu nedenle, askerlerin savaş yaratmak ve insanların hayatlarını mahvetmek üzere savaş bölgelerine gönderilmemesi, hükümetlerimizin insanları diri diri yakan silahlar göndermemesi çok önemlidir. Ayrıca, hükümetlerimizin, ana akım anlatıya karşı çıkarak insan haklarını savunanların sığınma taleplerinin reddedilmesinde suç ortağı olmaması da kritik önemdedir. Elbette bu rejimlerin bazılarının son derece kötü uygulamaları var, ancak bu rejimler Batı'daki güçler tarafından destekleniyor. İşte düşünmemiz gereken şey de bu.
*Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Öncelikle Kürt halkına şunu söylemek istiyorum; mücadeleniz önemli ve bu mücadeleyi nasıl başarılı kılacağımızı düşünmek çok önemli, çünkü mücadeledeki başarınız tüm dünyadaki diğer insanlara yardımcı olacaktır. Bildiğiniz gibi dünyada herkes için daha iyi bir yaşam için çok fazla potansiyel var. Bunun yerine, eylemlerinin sonuçlarına katlanmayanlar tarafından engelleniyoruz ve onlardan hukuk sistemi, adalet sistemi aracılığıyla hesap sormamız gerekiyor. Üçüncü bir mesaj da Sayın Öcalan'ın avukatlarına ve aynı zamanda diğerlerine dayanışma mesajıdır, çünkü Türkiye'de gazeteciler, avukatlar, profesyoneller, büyük kişisel riskler ve büyük kişisel maliyetler altında gerçekleri ortaya çıkarmak için mesleki becerilerini kullanarak tavır alanlar, kendinizle gurur duymalısınız, çünkü gerçekten dışarıdaki hepimiz için bir örnek teşkil ediyorsunuz.