Öz savunma, örgütlülük ve mücadele ile 25 Kasım’a (24)

  • 09:02 24 Kasım 2024
  • Dosya
 
 
Abdullah Öcalan: Toplumsal özgürlük için kadın özgürlüğü şart
 
HABER MERKEZİ – Kadın özgürlüğünün toplumsal özgürlük için temel olduğunu vurgulayan PKK Lideri Abdullah Öcalan, “Gerçek özgürlük, eşitlik ve demokrasi için, kadın çevresinde örülen kadim iktidar ağlarının çözülmesi şarttır” diyor.
 
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde, dünya genelinde erkek egemen devlet şiddetine karşı kadınların özgürlüklerini savunmak için örgütlenme ve öz savunma haklarını kullanma talepleri giderek daha fazla gündeme geliyor.  Kürdistan ve Türkiye’de her gün en az 3 kadının katledildiği bir ortamda, kadın hareketlerinin mücadelesi de güçlenerek büyümeye devam ediyor. Bu yıl da, kadınların gündeminde örgütlenme, özgürlük mücadelesi ve öz savunma ön planda.
 
Kadınlar, yalnızca şiddetle mücadele değil, aynı zamanda toplumsal örgütlenmenin önemine vurgu yaparak, bireysel ve toplumsal öz savunma bilinci geliştirme ve dayanışma içinde bir arada olma gerekliliğini önemsiyorlar. Kadına yönelik şiddetin sadece bireysel haklar yoluyla değil, aynı zamanda toplumsal dayanışma ağlarıyla mücadele edilmesi gereken bir sorun olduğuna dikkat çeken kadınlar, öz savunmanın fiziksel olduğu kadar toplumsal ve ekonomik anlamda da hayati önem taşıdığını belirtiyor.
 
Dosyamızın son bölümünde, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın savunmalarında kadın özgürlüğüne dair yaptığı değerlendirmeleri hatırlatıyoruz.  
 
Tüm özgürlük, eşitlik, demokratik, ahlaki, politik, sınıfsal mücadelelerin barış veya başarısızlıklarından yaşanan hayal kırıklıklarının kaynağının kırılmayan egemen ilişkilerin izleri olduğunu ifade eden Abdullah Öcalan, eşitlik, özgürlük, demokrasi isteniyorsa kadın etrafında örülen toplum ve doğanın yanında onun kadar eski olan ilişkiler ağının da çözümlenmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Abdullah Öcalan, gerçek özgürlüğe, eşitliğe, demokrasiye ve iki yüzlü olmayan ahlaka bunun dışında ulaşılacak bir yol olmadığını belirtiyor.
 
“Cinsiyetçiliğe hiyerarşik çıkıştan beri iktidar ideolojisi olarak anlam yüklenmiştir. Sınıflaşma ve iktidarlaşma ile yakından bağlantılıdır” diyen Abdullah Öcalan, şunları belirtiyor: “Bütün arkeolojik, antropolojik ve güncel araştırma ve gözlemler kadının otorite kaynağı olduğu dönemler olduğunu ve bunun uzun sürmediğini, tersine verimlilik ve doğurganlıktan kaynaklanan, toplumsal var oluşu güçlendiren bir otorite olduğunu göstermektedir. Kadında etkisi daha fazla olan duygusal zekâ bu var oluşla güçlü bağlara sahiptir. Artık ürün üzerine kurulu iktidar savaşlarında kadının pek belirgin yer almayışı, toplumsal varoluş tarzı ile ilgilidir. Hiyerarşik ve devletsel düzen bağlantılı iktidar gelişiminde erkeğin öncü rol oynadığını tarihsel bulgular ve güncel gözlemler açıkça göstermektedir. Bu yüzden, neolitik toplumun son aşamasına kadar gelişkin olan kadın otoritesinin kırılması ve aşılması gerekiyordu. Buna ilişkin, çeşitli şekillerde ve uzun süre mücadelelerin verildiğini yine tarihsel bulgular ve güncel gözlemler doğrulamaktadır.
 
Uygarlık tarihi ve kadının kaybedişi
 
Özellikle Sümer mitolojisi neredeyse tarihin toplumsal doğanın hafızası gibi oldukça aydınlatıcıdır. Uygarlık tarihi, kadının kaybedişi ve kayboluş tarihidir aynı zamanda. Bu tarih, tanrıları ve kullarıyla, hükümdarları ve tebaalarıyla, ekonomi ve bilim sanatıyla erkek egemen kişiliğin pekiştiği tarihtir. Dolayısıyla kadının kaybedişi ve kayboluşu, toplum adına büyük bir düşüş ve kaybediştir. Cinsiyetçi toplum bu düşüşün ve kaybedişin sonucudur. Cinsiyetçi erkek, kadın üzerinde sosyal hâkimiyetini inşa ettiğinde o kadar iştahlıdır ki doğal her türlü teması bir egemenlik gösterisi haline getirir. Cinsel ilişki gibi biyolojik bir olguya sürekli iktidar ilişkisi yüklenmiştir. Kadın üzerinde zafer havasıyla cinsel temas kurduğunu hiç unutmaz. Bu yönlü çok güçlü bir alışkanlık oluşturmuştur. Bir sürü deyim icat etmiştir: ‘Becerdim,’ ‘işini bitirdim,’ ‘kancık,’ ‘karnında sıpa sırtında sopa,’ ‘fahişe,’ ‘orospu,’ ‘kız gibi oğlan,’ ‘kadını serbest bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya kaçar.’ Başını hemen bağlamak gibi benzer sayısız öykü anlatılır. Cinsellikle iktidar ilişkisinin toplum içinde ne kadar etkili olduğu çok açıktır. Günümüzde bile her erkeğin kadın üzerinde öldürme hakkı dahil sayısız hak sahibi olduğu sosyolojik bir gerçektir. Bu durum her gün uygulanır.
 
Kadın dünyası üzerindeki erkek tekeli
 
İlişkiler ezici çoğunlukla taciz ve tecavüz karakterindedir. Aile, bu toplumsal bağlamda erkeğin küçük devleti olarak inşa edilmiştir. Uygarlık tarihinde aile denilen kurumun mevcut tarzıyla sürekli yetkinleşmesi iktidar ve devlet aygıtlarına verdiği büyük güçtür. Birincisi, aile erkek etrafında iktidarlaştırılarak devlet toplumunun hücresi kılınmaktadır. İkincisi, kadının sınırsız, karşılıksız çalışması güvence altına alınmaktadır. Üçüncüsü, çocuk yetiştirip nüfus ihtiyacını karşılamaktadır. Dördüncüsü, rol model olarak tüm topluma işlevselleştiği kurumdur. Her erkek ailede bir han sahibi olarak kendini algılar. Ailesi çok önemli olursa, erkek o denli güvence ve onur kazanır. Aileyi mevcut haliyle bir ideolojik kurum olarak da değerlendirmek önemlidir. Kadın ve aileyi mevcut haliyle uygarlık sisteminin, iktidarın ve devletin yoğunluklu sürekli savaş halinin altındaki acılı, yoksul ve yenilgili varoluş tarzı olarak görmek gerekir. Bu bir tekel zinciri gibi kadın dünyası üzerindeki erkek tekelidir. Hem de en eski güçlü tekel. Kadının varoluşunu en eski sömürge alanı olarak değerlendirmek daha gerçekçi sonuçlara götürür. Belki de kendileri için millet olmamış en eski sömürge halkı demek en doğrusudur.”
 
Kadının köleleştirilmesinin iktidarla bağı
 
Kadının köleleştirilmesinin toplumdaki yükselen hiyerarşik ve devletçi iktidarla bağı olduğunu vurgulayan Abdullah Öcalan, şu tespitlerde bulunuyor: “Kadının köleliğe alıştırılmasıyla hiyerarşiler ayrıcalıklı kutsal yönetimler, kurulmuş toplumun diğer kesimlerinin kölelik yolu açılmıştır. Erkeklerin köle olması, kadının köleliğinden sonradır. Cins köleliğinin sınıf ve ulus köleliğinden farklı yönleri de vardır. Meşrulaştırılması ince ve yoğun baskılarla birlikte duygu yüklü yalanlarla sağlanır. Toplumun kamusal alanında bulunması dince yasak, ahlaken ayıp olarak sunulur. Giderek tüm önemli toplumsal etkinliklerden uzaklaştırılır. Siyasal, toplumsal, ekonomik etkinliklerin hâkim gücü erkeğin eline geçtikçe kadının zayıflığı daha da kurumlaşır. ‘Zayıf cins’ bir inanç olarak paylaştırılır. Mevcut bu sorunu ele alırken konunun özü de demokratikleşmenin özüyle direkt bağlantılıdır.
 
En temelde ele alınması gereken olguların başında kadın ve etrafında oluşan ilişki ve çelişkiler düzeni gelmektedir. Komünal ve demokratik duruş dengeleri sosyal bilimlerin alanına ne kadar geç ve yetersiz girmişse, ondan daha fazlasını kadın olgusuna yaklaşımda görmekteyiz. Sanki kadının yaşadıkları doğallığın gerekleriymiş gibi bir anlayış tüm bilimsel yaklaşımlarda, ahlaki ve siyasi tutumlarda ön varsayım olarak kabul görür. Daha hazin olanı, kadının kendisi de bu paradigmayı doğal kabul etmeye alışmıştır.
 
Sorulması gereken soru…
 
Binlerce yıllık halklara dayatılan statülerin doğallığı, kutsallığı, birkaç kat fazlalığıyla kadının tüm zihniyet ve davranışlarına da adeta kazınmıştır. Halklar kadınlaştırıldığı oranda, kadın da halklaştırılmıştır. Hitler ‘Halklar kadın gibidir’ derken bu gerçeği kast eder. Kadın olgusuna daha derinlikli yaklaşıldığında, biyolojik bir cins olmanın ötesinde adeta bir soy, sınıf, ulus muamelesi gördüğü anlaşılacaktır. Ama en çok ezilen soy, sınıf veya ulus olarak. Hiçbir soy, sınıf veya ulusun kadınlık kadar sistemli bir köleliğe tabi tutulmadığını iyi bilmek gerekir. Sorulması gereken soru, neden bu kadar derin bir kölelik? Cevabı kesinlikle iktidar olgusu ile bağlantılıdır.
 
Mülkiyetin kaynağına köleleştirilmiş kadın yatar
 
İktidarın doğası kölelik ister. Eğer iktidar sistemi erkeğin elindeyse, sadece insan türünün bir kısmı değil, bir cinsin tümü bu iktidara göre şekillenmelidir. İktidar sahipleri devlet sınırlarını nasıl hane sınırları gibi görüp her uygulamayı bu sınırlar dâhilinde bir hak olarak görürlerse, onun mikro modeli olan ailede de erkek, iktidarının sahibi olarak her uygulamayı, gerektiğinde öldürme dâhil kendini hak sahibi görür. Evdeki kadın o kadar eski ve derinlikli bir mülktür ki, sınırsız bir mülkiyet duygusuyla erkek ‘kadın benimdir’ der. Kadın için evlilik bağı adı altında bağlı bulunulan erkek üzerinde en ufak bir hak iddiasında bulunulamaz. Ama erkeğin kadın ve çocuklar üzerindeki hak sahipliği sınırsızdır. Mülkiyetin en temel kaynağı yine ailede, kadın üzerindeki kölece tasarrufta aranmalıdır. Mülkiyetin kaynağında köleleştirilmiş kadın yatar.
 
Örgütlülük esastır
 
Kadın üzerine yayılmış kölelik ve mülkiyet dalga dalga tüm toplumsal düzeye yayılır. Böylelikle de toplum ve bireyin zihniyet ve davranış yapısına mülkiyetçi ve köleci her duygu ve düşünceyi yerleştirir. Toplum her tür hiyerarşik ve devletçi yapılanmalara uygun hale getirilir. Bu ise, uygarlık denen sınıflı her tür yapılanmanın rahatça ve meşruiyet kazanmış olarak sürdürülmesi demektir. Böylece kaybeden sadece kadın olmuyor. Bir avuç hiyerarşik ve devletçi güç dışında tüm toplum oluyor. Kadın özgürlüğü, olgu tanımlamasına uygun olarak kapsam bulmak durumundadır. Genel toplumsal özgürlük ve eşitlik, kadın için de doğrudan özgürlük ve eşitlik olmayabilir. Özgün çaba ve örgütlülük esastır.
 
Özgürlük tanımına ihtiyaç var
 
Yine genel demokratikleşme hareketi kadın için olanaklar açabilir. Fakat kendiliğinden demokrasi getirmez. Kadının bizzat kendi demokratik amaç, örgüt ve çabasını sergilemesi gerekir. Kadına içerilmiş bulunan köleliği karşılayacak bir özgürlük tanımına öncelikle ihtiyaç vardır. Şüphesiz her cinsiyet türünün olduğu gibi kadının da bir doğası vardır. Toplumsallıktan öte biyolojik cins olarak kadının daha merkezi öğe olduğunu, biyoloji bilimi her geçen gün artan kanıtlarla desteklemektedir. Özcesi kadın fiziği erkeği kapsamakla birlikte, erkek fiziği kadını kapsayamamaktadır. Kutsal kitapların tersine, kadının erkekten değil, erkeğin kadından türediği anlaşılmaktadır. Kadının kromozomları erkekten fazladır.
 
Yaşamın kök damarı bitmemiş
 
Kadın için dezavantaj olarak düşünülen aylık kanamalar bile kadının doğayla daha nazik bağının göstergesi olarak anlaşılmalıdır. Rahim kanaması bitmemiş, devam eden doğal bir yaşam akıntısı olarak görülmelidir. Yaşamın kök damarı bitmemiştir, devam etmesi iradesinin bir göstergesi olarak anlaşılmalıdır. Kadın hastalıkları denilen hususlar aslında yaşam olgularıdır. Kadının yaşam merkezini temsil etmesinden kaynaklanmaktadır. Yaşamın karmaşık sorunları kadının rahminde, karnında cereyan etmektedir. Kendinden doğan çocuk ve göbek bağı yaşam zincirinin son halkası gibidir. Bu gerçeklik karşısında erkek sanki kadının bir eki, bir uzantısı gibi görünmektedir. Bu olguyu doğrulayan bir husus da erkekteki aşırı ve anlamsız kıskançlık duygusudur.
 
Kadın egemen kültürün dayattığı tanımı reddetmeli
 
Kadın doğası kendine karşı daha güvenli dururken, erkek adeta yerinde duramaz. Kadın etrafında dönen bir bela gibidir. Tüm bu gözlemler kadın fiziğinin zaaf yüklü değil, daha merkezi olduğunu kanıtlıyor. Bu nedenle kadın, öncelikle erkek egemen kültürün dayattığı ‘eksikli, hastalıklı’ tanımını derhal reddetmelidir. Tersinin doğru olabileceğini erkeğe hissettirebilmelidir. Kadın fiziğine ilişkin kendine güvenmeli derken bu önemli gerçeği kast ediyoruz. Bu fiziksel oluşumun doğal sonucu kadındaki duygusal zekânın daha güçlü olmasıdır. Duygusal zekâ yaşamdan kopmayan zekâdır. Empati ve sempatiyi güçlü taşıyan zekâdır. Kadında analitik zekâ geliştiğinde bile güçlü duygusal zekâsından dolayı daha dengeli, yaşamla bağlantılı ve tahripkâr olmaktan uzak durmaya daha yeteneklidir. Erkek kadın kadar yaşamın ne olduğunu anlamaz. Yaşamın kendisi olan (Aryen dil grubundan olan Kürtçede Jîn, yaşam demektir. Aynı zamanda kadın anlamına gelir) kadın, yaşamın bütün yönlerini riyakârlıktan uzak, saf ve yalın haliyle görme yeteneğidir. Bu yeteneği güçlüdür. Bunu şahsi yaşamımızda da çok iyi bilmekteyiz.”
 
Bitti.