Kastik katilin mekânları (4)

  • 09:02 4 Aralık 2025
  • Dosya
   
‘Aile üzerinden kurulan iktidar kadının yaşamına mal oluyor’
 
ANKARA – İktidarın “Aile Yılı” ilan etme amacının şiddeti bitirmek ve kadın haklarını önceleyen amaçlardan çok uzak olduğunu belirten Hediye Gökçe Baykal, “Devlet politikalarının mahkemelerde dâhil olmak üzere kadınları koruyacak mekanizmaları sadece kâğıt üzerinde değil, gerçekten uygulanması gerekiyor” dedi.
 
Aile içinde çok boyutlu biçimde yaşanan şiddet, tıpkı “kastik katilin mekânlarında” açığa çıkan örüntüler gibi her geçen gün daha da derinleşiyor. Kadın katliamlarına ilişkin dava süreçlerinde failler, cezasızlık politikasının sağladığı rahatlıkla işledikleri suçları meşrulaştırmak için haksız tahrik indirimine sığınıyor. Mahkeme salonlarında kadınları suçlayan savunmalarla, katliamın sorumluluğunu tersine çeviren failler, böylelikle yine aynı cezasızlık döngüsünden beslenerek haksız tahrik indiriminden yararlanıyor.
 
Dosyamıza, Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği avukatlarından Hediye Gökçe Baykal’ın aile içinde yaşanan bu çok katmanlı şiddet yapısını ve kadın katliamlarına dair yargı süreçlerine dair değerlendirmeleriyle devam ediyoruz. 
 
“Aile içi şiddet aslında temel olarak baktığımız zaman bir insan hakkı ihlali. Genel de de erkeğin fail olduğu, kadının mağdur olduğu bir vaka olarak karşımıza çıkıyor.”
 
*Verilere göre kadınlar en çok aile içinde katlediliyor. Peki, aile içi şiddet hukukta nasıl tanımlanıyor?
 
Aile içi şiddet aslında temel olarak baktığımız zaman bir insan hakkı ihlali. Genelde de erkeğin fail olduğu, kadının mağdur olduğu bir vaka olarak karşımıza çıkıyor. Tabii şiddet deyince genelde toplumda hep bir fiziksel şiddet olduğu varsayılıyor ama son zamanlarda görüyoruz ki sadece fiziksel şiddet değil; ekonomik şiddet, psikolojik şiddet, cinsel şiddet... Bunların hepsinin aile içinde de görüldüğünü görüyoruz. 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’umuzda bu şiddet türleri de tanımlanmış ve buna karşı devletin nasıl tedbirler alması gerektiği de zaten açıkça yazıyor. 6284 sayılı Kanun, İstanbul Sözleşmesi’nden kaynağını alan bir kanun. İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasının ve bizim de taraf olmamızın akabinde eski 4320 sayılı Kanun’un yetersiz kaldığı düşünülerek 6284 sayılı Kanun yürürlüğe girdi ve bu Kanun da hâlâ başlangıç maddesinde İstanbul Sözleşmesi’ne dayandığı yazıyor. Kanunumuzda bu şekilde bir koruma sağlanmış aile şiddetinin önlenmesine ilişkin 6284 sayılı Kanun’da. Bununla birlikte tabii ki cezai anlamda eğer bir fiile vücut veriyorsa bu eylem işte yaralama, kasten yaralama olabilir, öldürme olabilir, işkence olabilir, tehdit olabilir. Bunlar da ayrıca Türk Ceza Kanunu’nda ayrı suçlar olarak düzenlenmiş durumda. Kanunumuzda bu şekilde yer alıyor.
 
“Çoğu zaman kararlar tamamen kâğıt üzerinde olan birkaç cümleden ibaret oluyor. Kadınların etkili bir şekilde korunamadığını görüyoruz.”
 
*Boşandığı ya da boşanma aşamasında olduğu erkekler tarafından katledilen kadınların birçoğunun, katledilmeden önce koruma kararları bulunduğu biliniyor. Bu noktada kadınları koruma mekanizması nasıl işliyor? Yargı ve kolluk güçleri hangi aşamada devreye giriyor, nerede yetersiz kalıyor?
 
Burada da ikili bir ayrım yapabiliriz aslında. Biz uygulamada karşılaştığımız örneklerden bahsedecek olursak ilk önce koruma kararlarının nasıl verildiğine ilişkin, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasından önce ve sonrası şeklinde… İstanbul Sözleşmesi’ne taraf olduğumuz zamanda koruma kararlarını çok daha rahat ve uzun sürelerde alabiliyorduk. Ancak Sözleşme’den çıktıktan sonra uygulamada koruma kararlarının daha kısa süreli verildiğini görüyoruz. İlk baştaki sorunumuz bu. Onunla birlikte koruma kararları her ne kadar verilmiş olsa da kolay alınabilir olsa da ki burada 6284 sayılı Kanun ruhuna uygun olarak “kadının beyanı esastır” diyor ve herhangi başkaca bir delile ihtiyaç duymadan bu koruma kararları veriliyor olsa da İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldıktan sonra mahkemelerin daha fazla delil istediğini gördük.
 
Yine de kararı aldıktan sonra bu kararın kadınları ne şekilde koruduğu konusu tartışmalı. Çünkü çoğu zaman kararlar tamamen kâğıt üzerinde olan birkaç cümleden ibaret oluyor. Kadınların etkili bir şekilde korunamadığını görüyoruz. Yani çoğu kadının da boşanma aşaması sürecinde ya da öncesinde veya sonrasında koruma kararı olmasına rağmen katledildiğini görüyoruz. Burada devletin aslında kadını koruma yükümlülüğünü yeterince yerine getirmediğini söylemek mümkün. Çünkü etkili bir koruma olsa bu kadınlar hayatlarını kaybetmeyecekler.
 
Şu anda mesela koruma kararı alınca elektronik kelepçe sistemi var; onu da çok zor şekilde koruma tedbiri alınabiliyor. Mesela en son elektronik kelepçenin yeterli olmadığı için faillere takılamadığı söylenmişti. Bu anlamda KADES aslında etkili bir uygulama. Evet, telefonla indirilebiliyor ama çoğu kadın zaten partnerinin, eşinin korkusuyla KADES’i bile indiremiyor. Ya da herkesin sürekli telefona ya da internete erişimi olmayabiliyor. Yine KADES’in de uygulamasında biraz yavaşlıklar görüyoruz. Bu anlamda aslında kararların verilmesi değil, etkili şekilde uygulanması önemli. Çünkü son zamanlarda basına yansıyan haberlerde de bizim dava dosyalarımızda da çoğu kadının koruma kararı olmasına rağmen katledildiğini görüyoruz.
 
“Hiçbir kadın hiçbir erkekle bu kocası dahi olsa rızası dışında birlikte olmaya zorlanamaz.”
 
*Kadınlar ev içinde psikolojik ve cinsel şiddete de uğruyor. Sizce aile içinde bu şiddet biçimleri bir noktada meşru kılınıyor mu?
 
Bizim toplumumuzun kabul edilen evlilik tanımına göre “kadın, kadınlık yükümlülüğünü yerine getirmek zorunda.” Böyle bir ibare, böyle bir inanış var. Hatta erkekler çoğu zaman bunu boşanma sebebi olarak bile gösterebiliyor. Ama hiçbir kadın hiçbir erkekle, bu kocası dahi olsa, rızası dışında birlikte olmaya zorlanamaz. Ama bu bir görev olarak addediliyor kadına. Bizim toplumumuzda kabul edilenlere göre ki buna ilişkin boşanma davalarında da karar verildiğini görüyoruz. Cinsel ilişkiye girmemek bir boşanma sebebi olabiliyor. Boşanma davasında bir kusur olabiliyor. Ama rızası olmaksızın birini cinsel ilişkiye zorlamak tabii ki suçtur. Bu Türk Ceza Kanunu anlamında da bir suçtur. Bu anlamda değerlendirdiğimiz zaman nikâhın olup olmaması çok bir anlam ifade etmiyor; rızaya bakmak lazım. Bu genel kabul edişin vermiş olduğu büyük bir sorun.
 
“Biz her dosyamızda, her savunmamızda bir kadını öldüren failin hiçbir şekilde takdiri indirim sebeplerinden yararlanmaması gerektiğini dile getiriyoruz.”
 
*Aile içinde en yakınları tarafından katledilen ya da tecavüze uğrayan kadınlara ilişkin mahkeme süreçleri nasıl ilerliyor? Hâkimlerin yaklaşımı, takip ettiğiniz davalar ışığında nasıl değerlendirilebilir?
 
Özellikle eşleri tarafından ya da boşanma aşamasında olduğu erkekler tarafından öldürülen kadınlarda sanıkların şu yönde bir savunma yaptığını görüyoruz genelde: “İşte aldatıldım, erkeklik gururumla oynandı” vesaire… Bunu neden yapıyorlar?
 
Öldürdüğü çok belli… Yani artık onu inkâr edemediği için indirim sebeplerinden yararlanmaya çalışıyor. Burada da ne gibi bir indirim sebebi yaratıyor kendince? Haksız tahrik… İşte “benim erkekliğime laf söyledi, beni aldattı” gibi sözde bahanelerle kadını suçlayıcı bir takım savunmalar yapılıyor. Bunun sonucunda da elde edilmek istenen amaç haksız tahrik indirimi alması. Bunu artık istisnasız çoğu dosyamızda görmeye başladık. Yani her dosyada, aldatma olsun olmasın, bu şekilde bir savunmaya gidildiğini görüyoruz. Bu yönde hâkimlerin bilinçli olması çok önemli. Her seferinde söylüyoruz, hiçbir indirim sebebinden yararlanılmaması gerekiyor.
 
Kadına karşı şiddet dosyalarındaki faillerin özellikle öldürme dosyalarındaki failler, hiçbir gerekçeleri yokken tamamen o şiddet dürtüsüyle hareket ediyorlar. Aynı zamanda yine takdiri indirim sebepleri uygulanıyor. Takdiri indirim sebepleri de yakın zamana kadar “kravat indirimi” olarak geçiyordu. Kravat indirimi, duruşmada takım elbiseyle gelene indirim uygulanıyordu. Ancak mahkemedeki kıyafetin, görünüşün indirim sebebi sayılamayacağına ilişkin kanun koyucu burada bir değişikliğe gitti.
 
Biz her dosyamızda, her savunmamızda bir kadını öldüren failin hiçbir şekilde takdiri indirim sebeplerinden yararlanmaması gerektiğini dile getiriyoruz. Bu failler eşleri olabiliyor, partnerleri olabiliyor. Bir dosyamda babası tarafından katledilen bir kadın var. Annesine şiddet uygulamış, annesine şiddet uyguladığı için annesi evden kaçıp kızının yanına sığınmış. Daha sonra annesiyle kendisinin arasını bozduğu gerekçesiyle kızını ve 7 yaşındaki torununu öldüren bir faille karşı karşıyayız.
 
Şimdi bu failleri tabii ki cezasızlık politikası da cesaretlendiriyor. İnfaz sistemimizde çok büyük sıkıntılar var; infaz sistemindeki bu sıkıntının giderilmesi gerekiyor. Failin aldığı cezayı yatması gerekiyor ki caydırıcı olabilsin. Şimdi suça sürüklenen çocukların yetişkin gibi yargılanması çok tartışılıyor. Suça sürüklenen çocukların yetişkin gibi yargılanmalarını zaten kabul etmiyoruz. Ama yetişkin gibi yargılananların da yargılamasını görüyoruz. Burada bir infaz sistemindeki sorundan bahsediyoruz. O anlamda infaz yasasının tekrar düzenlenmesi ve faillerin gerçekten caydırıcı şekilde cezaevinde kalmasını öngören düzenlemeler yapılmalı. Özellikle kadına karşı şiddet, öldürme suçlarında düzenlemelerin yapılması gerekiyor ki failler bir sonraki eylemini yapamasın.
 
“Kadın evde bir işçi olarak görülüyor ama bu işin, emeğin görmezden gelinmesi söz konusu. Bu anlamda tabii daha eşitlikçi politikalar benimsenmesini umut ediyoruz.”
 
*Bununla birlikte kadınların ev içi emeği de çoğu zaman yok sayılıyor. Bu konuda hukukta bir düzenleme bulunuyor mu? Kadınların ev içi emeğinin görünmez kılınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Burada cezai boyutuyla değil de hukuki boyutuyla bakmamız gereken bir konu. Özellikle boşanma davalarında biz kadının ev içi emeğinin görülmediğini görüyoruz. Yargıtay kararlarına baktığımız zaman erkek çalışıyor, kadın da evde emek veriyor şeklinde onun da emeğinin göz önünde bulundurulduğu bir hesaplama yapılıyor. Ancak tabii ki genel olarak atanmış toplumsal cinsiyet rolleri, toplumumuzda kadının eğitimine önem verilmemesi, küçük yaşta evlendirilmeleri, daha sonra ev içinde çalışmaya zorunlu bırakılmaları yönünde.
 
Şimdi şöyle bir düzenleme var iş kanunumuzda; kadın evlendikten sonra bir sene içerisinde iş akdini haklı sebeple feshedebiliyor. Şimdi bu baktığımız zaman aslında kadının lehine verilmiş bir hak gibi gözükse de kadına diyor ki; “Sen evlendin artık iş hayatında yoksun. Sen evine, kocana bakmakla yükümlüsün ya da çocuk yapacaksın, çocuğuna bakmakla yükümlüsün. Ben sana o yüzden haklı sebeple iş haklarını sona erdirme hakkı veriyorum.” Bunların hepsi aslında atanmış toplumsal cinsiyet rolleriyle alakalı.
 
Kadın evde bir işçi olarak görülüyor ama bu işin, emeğin görmezden gelinmesi söz konusu. Bu anlamda tabii daha eşitlikçi politikalar benimsenmesini umut ediyoruz. Şu anda bu düzen içerisinde biraz ütopik geliyor.
 
“Öncelikle olarak bu şiddetin ortadan kaldırılması gerekirken daha çok evlenin, kadın çocuk yapsın, iş hayatında olmasın, şiddete uğrasın, o şiddeti dile getiremesin üzerinde işliyor.”
 
*Aile içi şiddet ve kadın katliamlarının en yoğun yaşandığı bir dönemde, iktidar tarafından “Aile Yılı” ilan edilmesinin sizce amacı nedir, ne hedeflenmiş olabilir?
 
Aile yılı denildiği zaman aile içi şiddetin ortadan kalktığı, biraz önce söylediğim toplumsal cinsiyet rollerinin eşit şekilde dağıtıldığı, kadının emeğinin de erkeğin emeği kadar eşit görüldüğü bir sistemden bahsediyoruz. Ama şu anda iktidarın politikalarına baktığımız zaman aile yılından anladığı “daha çok evlenin, daha çok çocuk yapın.” Ve bunu sadece bir yılda da sınırlı bırakmadılar; önümüzdeki 10 sene boyunca aile yılı ilan ettiler.
 
Şimdi tabii ülkemizdeki sosyoekonomik durum… İnsanlar umutsuz, ekonomik yönden geçinemiyorlar. Bu anlamda da evlenmek istemiyorlar tabii doğal olarak. O sebeple daha çok evliliği teşvik ediyorlar. Yine aynı sebeplerle çocuk yapmıyorlar. Daha çok çocuk yapılmasını teşvik etmek amacıyla aile yılı ilan edildi.
 
Ama bu aile yılının asla aile içi şiddeti bitirmek, daha sağlıklı evlilikler olmasını sağlamak, kadın haklarını daha çok önde tutmak gibi amaçlar taşıdığını düşünmüyorum. Kadına karşı şiddetin daha çok arttığını görüyoruz. Aslında öncelikle olarak bu şiddetin ortadan kaldırılması gerekirken daha çok evlenin, kadın çocuk yapsın, çalışmasın, iş hayatında olmasın, şiddete uğrasın, o şiddeti dile getiremesin üzerinde işliyor.
 
Çünkü İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması da aslında bir bakıma bunu da gösteriyor. Aslında sözde olanla uygulamada olanın birebir uymadığı ve tamamen bir gösterişten ibaret olduğunu bize gösteriyor.
 
Devlet politikalarının mahkemelerde dâhil olmak üzere kadınları koruyacak mekanizmalarının yapılması gerekiyor. Sadece kâğıt üzerinde değil, bu mekanizmaların gerçekten uygulanması gerekiyor. Uzaklaştırma kararı alan erkek, kadının yanına gerçekten yaklaşamamalı. Sadece kâğıt üzerinden ibaret olan bir koruma kararı olmamalı. Çok fazla koruma kararını ihlal eden erkek olduğunu da görüyoruz. Yani sonuçta tazyik hapsi cezası var ama caydırıcı bir şey olmuyor. Zaten öldürmeyi kafasına koyan bir insanın tazyik hapsi cezası almasının çok da bir caydırıcılığı yok.
 
Bu anlamda bütüncül politikalar devlet tarafından uygulanmalı. Şiddet önlenmeli, kadın korunmalı. Koruyuculuğun sağlanması açısından bir an önce İstanbul Sözleşmesi’ne tekrar taraf devlet olarak imza atmamız gerekiyor. Sadece fiziksel şiddet olarak değil, mesela ekonomik şiddetin de çok görünür kılınması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü çoğu kadın ekonomik şiddete uğradığının farkında değil. Ve eğitimli kişilerin de çok fazla ekonomik şiddete uğradığını görüyoruz.
 
Çünkü şöyle; kadın iş sahibi, maaş alıyor ama banka kartı erkekte duruyor. Ya da harcadıklarının hesabını kocasına vermek durumunda kalıyor. Bunların aslında hepsine baktığımız zaman bu ekonomik şiddet. Ama kadın bunun ekonomik şiddet olduğunun farkında dahi değil. Yani, sürekli bir şiddet sarmalı içinde. Yine psikolojik şiddet aynı boyutta. Bu sadece evlilik için değil, ilişki boyutunda da partnerinden çok fazla şiddet gören kadın var. Yine bu şiddetin farkında olmayan kadınlar var. Çünkü psikolojik şiddet çok çabuk fark edilebilir bir şiddet türü değil.
 
Bu anlamda gerçekten etkili korunmanın sağlandığı bütüncül bir yapı gerekiyor. Yine ev içi emeğin de görmezden gelinmemesini sağlayacak düzenlemeler olmalı. Dediğim gibi bunların hepsi toplumsal cinsiyet eşitliğinden geçiyor.
 
“Sadece fiziksel şiddet olarak algılanmasın; ekonomik şiddet de, psikolojik şiddet de, yine cinsel şiddetin de şiddet olduğu; bunlara katlanmak zorunda olmadıklarını ve yalnız olmadıklarını bilsinler.”
 
*Kadınların büyük bir çoğunluğu da aile içinde yaşadığı şiddeti katlanılması gereken bir olay olarak görüyor. Sizin bu noktada kadınlara çağrınız var mı?
 
Fiziksel şiddet olduğu zaman koruma kararı alıyoruz. Yine darp raporu alıyoruz. Almayan varsa muhakkak alsın. Daha sonra boşanma aşamasında da bunlar delil olarak kullanmak açısından önemli. Her ne kadar etkisiz olsa da devletin yapmış olduğu bir takım koruma mekanizmaları var. Barınacak yeri olmayanlar için ŞÖNİM var. Birçok belediyenin kadın sığınma evleri var.
 
Şiddet kaderimiz değil. Buna katlanmak zorunda değiliz ama buradaki en büyük sorun tabii kadının ekonomik bağımsızlığının olmaması… Ekonomik bağımsızlığı olmadığı için şiddeti sineye çekiyor. Çünkü çoğu zaman da gidecek bir yeri olmuyor. Ailesi kabul etmiyor. “Bana da aynı şeyleri baban yaptı, göz yum” diyen bir anne… Bu da kabullenilmiş bir çaresizlik durumu. O kadın da bunun normal olduğunu zannediyor. Kültürel kodlardan bu şekilde gelmiş.
 
Bu anlamda çaresiz olduklarını düşünmesinler. Baroların Kadın Hakları Merkezleri var. Sivil toplum örgütleri var. Kadın hareketi bu ülkede gerçekten çok güçlü. O anlamda hiçbir kadının asla yalnız yürümeyeceğini çok rahat bir şekilde söyleyebilirim.
 
Sadece fiziksel şiddet olarak algılanmasın; ekonomik şiddet de, psikolojik şiddet de, yine cinsel şiddetin de şiddet olduğu… Bunlara katlanmak zorunda olmadıklarını ve yalnız olmadıklarını bilsinler.