Farklılaşma ve kavuşmaya karşı kapatılma, esaret ve tecrit

  • 09:30 11 Temmuz 2025
  • Jineolojî

  

“En büyük esaret, yarının da bugünkü gibi olmasının çeşitli mekanizmalarla küçücük bir ihtimalden bir garanti haline getirilmesidir. Yani daha bugünden yarının esir alınması ve yarının hayal gücümüzden tecrit edilmesi… Yarının değiştirme gücümüzden tecrit edilmesi…”
 
İkinci bölüm
 
Nazan Üstündağ
 
Aklıma Meksika’nın Ölüler Bayramı da geliyor tecridi düşünürken. Ölüler Bayramı’nda Meksikalılar, ölülerin aramızda gezindiğini düşünüyor ve onların bu seyahati için hazırlıklar yapıyorlar. Kapitalist modernitenin ölümü tecrit edip hayattan kopartmasına inat… Belki de bugün dünya koşar adım insanın yarattığı iklim krizi sebebiyle sonuna yaklaştığında, bu kriz yokmuş gibi yaşayabilmemizin sebebi sonluluk gerçekliğini hayattan böylesine tecrit etmiş bir gerçeklikte yaşamamızdır. Toplumsal hareketlerin ölülerini ısrarla gündemde tutması ise belki de bu tecride direnme refleksidir. O ölüleri anarak ve onların hayallerini gündemde tutarak, başka bir türlü var olabilme umuduna hayat üflüyoruz. Ölümün ve hayatın aynı zaman içinde var olduğunu hatırlıyoruz. Böylelikle hayatta kalmanın aşırı kutsanmasına ve hayatta kalmak uğruna terbiye edilmeye meydan okuyor, ölüm ve yaşamın birbirine zıt olmadığını, bir farklılaşma olduğunu öğreniyoruz. Var olmanın değerini daha iyi anlıyor, varlığımızın tecritine, esaretine karşı koyuyoruz.
 
Öyle sanıyorum ki en büyük esaret, yarının da bugünkü gibi olmasının çeşitli mekanizmalarla küçücük bir ihtimalden bir garanti haline getirilmesidir. Yani daha bugünden yarının esir alınması ve yarının hayal gücümüzden tecrit edilmesi… Yarının değiştirme gücümüzden tecrit edilmesi…
 
Kapitalist modernite; güvenlik siyasetinden tutun, nüfusun yeniden üretimine vurgudan, borçlandırma, mülksüzleştirme ve işçileştirmeye kadar tüm halleriyle bir geleceği esir alma sanatıdır. Geleceğin tüm sürprizlerini, büyüsünü, bilinmezliğini yok etmeye çalışır. Mekânı biçimlendirerek zamana hükmetmeye kalkışır. Farklılaşma ihtimalini ortadan kaldırır. Farklılaşmaya kalkışanı yok eder.
 
Yaratımsal farklılaşma 
 
Farklılaşma derken sabitlenmiş farklardan bahsetmiyorum. Kimlik haline gelmiş farklardan bahsetmiyorum. Kapitalizm bir yandan emeği yaşayan bedenden, devlet ise öbür yandan, hak ve ödevleri yani vatandaşlığı deneyimleyen, acı çeken ve arzuları olan bedenlerden ayrıştırıp soyutlarken aynılaştırıyor. Ama aynı hızla, ölçülebilir ve sabitlenmiş ırksal, cinsel ve cinsiyetsel farklar yaratıyor. Bu farklar kimin ne kadar ve nasıl esir edileceğini, nasıl işlevselleştirileceğini, enerjilerinin hangi mekanizmalarla emileceğini belirliyor. Bu tür farklardan değil, ilişkisellik içinde eyleyerek yaratılan bir fiil, bir edim olan, ışıkta renklenmeye, seste tonlamaya benzeyen insanın yaratımsal farklılaşmasından bahsediyorum. 10 Ekim Ankara Garı’nın bombalanmasından sonra İstanbul’da kimse kabına sığamamış, herkes kendini Tünel’e atmıştı. Bedenimin ilk kez havayla aynı sıcaklıkta olduğunu hissetmiş ve ruh ölümünün, farklılaşma enerjisini yitirmek olduğunu düşünmüştüm. Böyle bir şeyden bahsediyorum.
 
Kadın kırımının, soykırımının, toprağı mülk haline getirmenin; toprak altına madencilikle, toprak üstüne insansız hava uçaklarıyla saldırmanın arkasında hep farklılaşmaya karşı yönetilebilir farklar yaratma mantığı vardır. Doğaya tahammülsüzlüğün, betona tapmanın, bir dikene, bir vahşi ota, sokak hayvanına dayanamamanın… Hepsinin arkasında geleceği esir almaya duyulan akıl dışı bir arzunun olduğu yadsınamaz.
 
En büyük tecrit ise sanırım kendimizi dünyanın merkezine yerleştirmemize sebep olan dayatılmış yalnızlık olmalı.
 
Aile içine kapatılmışlık, ulus içine kapatılmışlık, iş yerine kapatılmışlık… Ama herkesin başına gelen bu kaderi biricik sanması. Toplumsal bir çelişki olarak algılayamamak. Üstelik aynı anda ve çelişkili bir biçimde aile, ulus ve iş sahibi olmayı bir ayrıcalık olarak yaşamak. Reddedememek. Kişinin kendine acıyışında, korkusuna sarılışında insanlıkla, dünyevilikle ve doğayla kavuşmayı sürekli erteleyişi.
 
Erkeğin her daim çete olmasına rağmen kendini yalnız bir kahraman olarak algılaması bu yüzden bence. Kavuşmaya ve farklılaşmaya açılamayarak her daim koruma ve sakınma altına aldığı verili farkını hem bir yük hem de bir ayrıcalık olarak yaşayarak ürettiği, kendi kendini sürekli yeniden üreten keyif…
 
Zaten devlet tecride karşı koyanları, kavuşmayı şiar edinenleri, akışkan yaşamla uyumlu akışkan varlık, pratik ve düşün geliştirenleri hapishanede tecrit eder. Adada…
 
Devletin, patriyarkanın ve kapitalizmin en kadim düşmanının çocuğuyla ilişkisinde farklılaşma ve kavuşma diyalektiğini sürekli yaşayan ve yaşatan “ana” figürünün olduğunu düşünüyorum. Hiç durmadan düşünürler hakkında. Analık nasıl pazara, bilime, orta sınıf kimliğine, heteroseksüelliğe, aile kurumuna bağlanır diye kafa yorarak her gün yeni siyasetler geliştirirler. Patriyarkanın en büyük fantezisi Avrupa uygarlığının temeli olan Yunan felsefesindeki Atena’nın Zeus’un kafasından anası olmaksızın doğuşu olsa gerek. Bunun Mezopotamya mitolojisindeki karşılığı Enki’nin babası Apsu’nun sularında Marduk’u döllemesi. Marduk hikâyenin sonunda ana Tiamat’ı öldürüyor. Tiamat’ın ölü bedeni insanlığın doğum yeri oluyor. Anasız bir insanlık patriyarkanın en büyük düşü.
 
Feminizmin  yanılgısı 
 
Bence Batı ilhamlı feminizmin en büyük yanılgısı, devletin ve patriyarkanın ana ile ilişkisini algılayamaması. Ana kadar büyük düşmanı ve çelişkisi yok kapitalist modernitenin. Ana hem hep tutsak, esir ve tecritte hem de her daim bedeniyle, ruhuyla, bilgisiyle farklılaşıyor, uzaklaşıyor ve kavuşuyor insanlıkla, doğayla. Ana için dünyanın merkezi hep başka bir yerde. Uslanmaz bir sevgi kanununun taşıyıcısı olarak ana, çocuğunun yarın bilinmezliğine açılma ihtimalinin faili. Aşkın olmasının, bir işleve indirgenmeye direnmesinin, ölümü onurla kucaklayabilmesinin mimarı... Belki görmüşsünüzdür, Twitter’da çok dolaşan bir video vardı. Ukraynalı bir asker ile Rus bir askerin göğüs göğüse dövüşme sahneleri. Ukraynalı asker ölmeden Rus askere “Evet, tamam sen benden daha iyi bir askersin. Dünyanın en iyi askerisin” diyor ve ondan son anlarında kendini yalnız bırakmasını rica ederek annesiyle hayali bir sohbete dalıyor.
 
Tecride karşı mücadele
 
Amerika’daki siyah düşünün, bizler için demokratik modernite ve demokratik konfederalizme eşgüdümlü olarak düşünebileceğimiz lağvedilsin (abolish!) hareketinin öncülerinden Joy James’in önemli bir kavramı var. Kavram “esir anaçlık (captive maternal)” olarak tercüme edilebilir belki. Analar çocukları ve kendilerini hayatta tutmak için sosyal politikalar, tıp, ucuz konut, borçlanma vs. üzerinden sürekli esir ediliyorlar. Ancak tüm çabalara rağmen tecrit edilemiyorlar. Çocukları, kendi anaları ve başka analarla ilişkilerinde sürekli olarak ve hatta kimi zaman istemleri dışı; sevgi ve kavuşma, farklılaşma ve taşkınlık peşinde koşan, ele avuca sığmayan isyankâr çocuklar yetiştiriyorlar. Bu çocuklar her ne kadar yakalanıp cezaevlerine sürülse de orada kaldıkları zaman içinde onlara para gönderiyor, ziyaret ediyor, uğurlarına mücadele ediyor ve tüm coşkusuyla insan kalmaları için mücadele ediyorlar.
 
İçinde bulunduğum ülke olan Sri Lanka (herhangi başka bir yerin somutluğu da olabilirdi bu), kavramlarına kendimi en yakın hissettiğim siyah hareket ve evim olarak düşündüğüm Kürt hareketi…
 
Bu üçü de sürgün edilmiş ve alışık toplumsallığından kopartılmış bedenimde ve yıllarca biriktirdiğim dostlukların sohbetinden kopartılmış zihnimde, yani iktidarın bana dayattığı tecritte, sürekli itişip kakışarak farklılaştığım ve sonra sevinçle kucaklaştığım fihristler veriyorlar bana. Bedenimin, ruhumun, aklımın kapitalizmin esaret mekânlarında (aile, iş, şehir, ulus-devlet) tutsak alınmasını engelliyorlar. Yazımı Sri Lanka’yla bitireyim.
 
Sri Lanka zor bir ülke. Rutubeti, sivrisinekleri, her bir yanına vuran kocaman Pasifik dalgaları, Hindistan’dan rüzgârla gelen ve rutubete katılınca nefes almanızı iyice engelleyen bir yanık kokusu, terlik kadar büyük hamam böcekleri, sokak aralarında oturan aşırı zayıf ve yaşlı bedenlerin size duydurduğu utanç…
 
Direniş 
 
Bu zorluğu yabancılığın dayattığı tecride karşı koyarak ve doğası ve tarihiyle ülkeyi her nefes alıp verişimde içime çekerek yenmeye çalışıyorum. Sri Lanka’da kapitalist modernitenin eğip büktüğü ve hemen her üçüncü dünya ülkesinde rastladığınız bir acınasılığa büründürdüğü korkunç insan manzaraları ile demokratik modernitenin ister istemez yüzünüze gülücük konduran kucaklayıcı tarihi iç içe geçmiş durumda. Hindistan’ın korkunç büyüklüğünün yanı başında 22 milyonluk nüfusuyla kendini minicik adleden bir ülke. Kudretli çeşitliliğini kapitalist modernitenin dayattığı nüfus çokluğunu, ekonomik büyüme ve siyasi gelişme gibi kavramlarla kendinden gizleyen, sadece yirmi yıl önce yaşanan Tamil soykırımını algılamak ve hayatın gündelik bilgisine katmak konusunda en sol çevrelerde dahi benzersiz bir ayak diremeyle karşılaştığınız bir ülke.
 
Özgürlük arayışı 
 
Ancak bana en ilginç gelen, Sri Lankalı entelektüellerin kendi ülkelerini biricik sanmadaki akıl almaz ısrarı. 2022 yılında onlar da tıpkı Ortadoğu’nun 2011-2013 yılları arasında yaşadıkları gibi bir büyük meydan isyanı yaşamış ve o dönemin başkanının görevi bırakmasına kadar giden bir meydan işgali başlatmışlar. Sonrasında çeşitli uzlaşılar sonucunda devrimleri bir süreliğine başka bir başkan tarafından esir alınmış. Ancak şimdilerde yaptıkları bir seçim sonucu sol bir koalisyon partisini başa getirdiler ve umutlular. Anlatacak çok şey var ama beni ilgilendiren kısmı Ortadoğu ve Güney Asya’nın nasıl birbirlerinden düşünsel, hikâyesel, halksal bağlamlarda böylesi tecrit edildikleri. Şu anda Bangladeş’te de benzer bir devrim var. Ancak ne Bangladeş’te ne Sri Lanka’da Ortadoğu’da yaşananlara dair bir merak var. Bizim de onlara yok. Benzerlikten söz edildiğinde neoliberalizmin sonuçlarından bahsediliyor. Ancak insanların asıl büyük benzerliği olan dinmeyen özgürlük arayışını kavramsallaştırmıyorlar. Oysa Bangladeş’te de Sri Lanka’da da Tahrir’de, Gezi’de söylenenler söylenmiş: Kendimi sürekli âşık hissediyorum, devlet olmayınca kendimi daha güvende hissediyorum, burada hiç tahmin etmediğim insanlarla tanışıyorum, kendimi enerjik ve mutlu hissediyorum…
Oysa bundan 50 yıl önce bütün bu ülkeler kendi özgürlük çizgilerini birlikte oluşturmaya çalışıyor, Bandung’ta buluşuyor, ortak çatılar oluşturmaya çalışıyordu. Birbirlerinden böylesi hızla tecrit edilmeleri, düşlerinin kapitalizm tarafından esir edilmesi, ilişkilerinin bir kavuşmadan bir ticari alışverişe indirgenmesi… Bütün bunların tarihini anlama ve aynı zamanda yeni kavuşma ve farklılaşma mekanizmaları oluşturmak için zaman hızla doluyor.
 
Doğa esir alınamaz
 
Bir de belki konuyla alakasız olacak ama neoliberal yıkım henüz Sri Lanka’nın doğasını büsbütün evcilleştirip esir etmemiş. Pasifik’in dalgaları belki şimdilik esir alınamaz ama, her yerde karşınıza çıkan çeşit çeşit hayvanın, her seferinde bir mucize yaşadığınızı düşündüren banyan ağaçlarının, on binlerce yıla tanıklık ettiği her hâlinden belli olan ulu ormanların, sizi ne zaman ve nerede yakalayacağı bir bilinmez olan Muson Yağmurlarının kaderinin ne olacağı belli değil. Çin yatırımları ve IMF baskısıyla dönüştürülüp her yere benzetilmeye çalışılan ve sermaye için işlevsel hale getirilmeye çalışılan adanın ne kadar daha kendine benzer kalabileceğini insan her an düşünüyor. Ve bu adada insan en çok doğaya benzemek istiyor. Hayvanlar ve ağaçlarla, deniz ve dalgalarla aynı düzlemde yaşamak ve yeryüzündeki öğrenme macerasına onların rehberliğinde devam etmek istiyor.
Bu yazı, Jineolojî Dergisi’nin “Tecrit ve kapatılma” dosya konulu 33’üncü sayısından kısaltılarak alınmıştır.