Üçüncü çizgide demokratik siyaset
- 09:06 19 Aralık 2025
- Jineolojî
“Hannah Arendt siyaseti insanlık durumunun temel bir unsuru olarak görmüş ve özgürlükle doğrudan ilişkilendirmiştir. ‘Siyaset özgürlükle başlar; bu özgürlük konuşma ve eylemde somutlaşır’ diyerek, siyaseti iktidar mücadelesi ya da yöntemine indirgenmiş bir faaliyet olarak değil, insanların özgürlük temelinde bir araya geldiği yaratıcı bir alan olarak tanımlamıştır."
Ayşegül Ayaz
Devletli uygarlık tarihine yüzlerce farklı açıdan bakıp çözümlemelerimizi derinleştiren bir yolculuğun içerisindeyiz. Tarihin seyrine kadın gözüyle dalarken, şüphesiz ki en çok zorlandığımız konuların başında; kavramlara zamanla giydirilen anlamlar içinde öz olanı, hakiki ve sade olanı bulup zihin dünyamızda temizliğe girişmek gelmektedir. Çünkü iktidar öyle bir aygıttır ki; en kutsalı lanetli, güzel olanı çirkin, yalan olanı en büyük hakikat göstermekteki maharetini hiçbir zaman kaybetmez. Üçüncü çizgide demokratik siyaseti tartışır ve mücadele alanlarını örmeye devam ederken, iktidar aygıtıyla kavgayı yine buradan bir kez daha canlandırmaya ihtiyaç olduğu kesindir. Politika/ siyaset bu anlamıyla, tarih boyunca üzerine en çok oynanmış ve özünden uzaklaştırılmış kavramların başında gelmektedir. Bu nedenle bugün siyaset denildiğinde, herkesin uzak durmayı erdem bildiği; yalanın, çıkar ilişkilerinin, oyun ve kandırmacanın hâkim olduğu bir alan gelir akıllara.
Varlığın özünde çelişki yatar; çelişki, oluşum sürecinin asıl dokunuşudur. Toplumsal varoluşu ele aldığımızda ise; gelişmenin, büyümenin, ahlaki olarak güzelleşmenin ve güzellikte derinleşmenin yolları tarih boyunca çelişkilerin doğru çözümlerini bulmakla mümkün olmuştur. Toplum, binyıllar boyunca politika yaparak ahlaki dokusunu korumuş; kendisi için en iyi olanı belirlemiş ve ortak sorumlulukla belirlenen doğrultuda gereğini yapmaktan geri durmamıştır. Ortak tartışma temelinde ihtiyaçlarını ortaya koymuş, çözümlerini birlikte üretmiş, kararlar almış ve uygulamıştır. Kadın öncülüğünde gelişen toplumsallığın inşa sürecinde, ahlaka ve politikaya bir isim koymamıştır belki. Ancak toplumu bu değerler üzerinden inşa etmiş; günümüze kadar gelen demokratik komünal değerlere ruhunu vererek kollektif bilinci, iradeyi ve eşit, özgür yaşamı tarihin her anında korumayı bilmiştir.
Politika/Siyaset Kavramına Dair Tanımlar
Kavram olarak politika kelimesinin ilk köklerine Yunan toplum döneminde rastlamaktayız. Kent devleti anlamına gelen Polis’ten türeyen politika; kentin yönetimine dair her şeyi ifade etmektedir. Aynı anlama gelen Siyaset’in ise Arapça sws ya da sâsâ kökünden türediği belirtilir. ‘Etimolojik olarak I·branice Kitab-ı Mukaddes’teki at anlamına gelen sûs kelimesine bağlanmaktadır. Orijinal olarak bu kelime, önce Bedevi toplumlarda hayvanların özellikle de atların ve develerin terbiye edilmesi ve yetiştirilmesi için kullanılmış; atları tımar eden, yetiştiren, eğiten ve bakan kişiye de seyis adı verilmiştir. Siyaset kelimesi daha sonra şehirlerin ve insanların yönetimi anlamında kullanılmış ve insanları yönetme sanatını ifade etmiştir.” (Mustafa Altunogˆlu, Siyaset Bilimi)
Kavramların dayandığı köken bile, günümüz siyasetinden kaçışı veya bugünün siyaset anlayışının yaşadığı handikapları anlamamıza yardımcı olmaktadır. Bu tanımlardan biri yalnızca ‘polis’i ilgilendirir. Bu polis tanımının ise kadınların, kölelerin, kırsal yapılanmaların dışında kalan ‘özgür erkeklerin’ yaşadığı mekanlar üzerinden anlam bulduğunu bilmekteyiz. Binlerce yıl kadının bağrında büyüyen, toplumun işlerini ortak rızaya dayalı biçimde yapmayı ifade eden politika; artık yalnızca bir grup erkeğin, o toplumun nasıl yaşayacağına, ne yiyeceğine, kiminle savaşacağına veya barışacağına karar verdiği ‘özgür tartışma arena’sına dönüşmüş durumda. Bugün kadınların kaç çocuk yapacağına karar veren muktedirlere benzemesi, tarihin acı bir ironisi olsa gerek… Diğer anlamıyla bakıldığında ise, toplumu tımar edilmesi gereken bir hayvana benzeterek kendine de bu hayvanı terbiye etme görevi üstlenme kudretini gösteren erkek aklını görmekteyiz. Zira toplumun aklı yoktur ki kendini yönetebilsin; başına onları terbiye edecek bir seyise ihtiyaç duyarlar, ‘toplumlar kadınlar gibidir yönetilmeyi severler’… Bunlar şüphesiz ki ben ve öteki ayrımından yola çıkan; özne nesne bütünselliğini korumayı varlık sebebi sayan, kendi ‘ben’ine kutsal anlamlar yüklerken öteki olana yani kadına, demokratik komünal değerlerin tümüne savaş açmışçasına kendi tanrısallığını konuşturmak isteyen egemen erkeğin zihninden süzülen ve bugün yaşam alanlarımızın neredeyse tamamını etkisi altına alan tanımlamalardır. Siyaset, bu zihnin ürünü olanlar için toplumları gütmenin, terbiye etmenin; sınırlarını bazen sopayla bazen yalanlarla ama her zaman derin manipülasyonlarla hatırlatmanın yegâne aracıdır. Çünkü amaç, bir grup egemenin kutsal iktidar hakkının korunmasıdır. Bu nedenle amaca giden her yol mübahtır.
Machiavelli, buradan yola çıkarak siyasetin ahlaki kurallardan bağımsız olması gerektiğini, iktidarı elde etme uğruna bazen etik dışı yöntemlere başvurulabileceğini ve esas amacın iktidarı ele geçirmek olduğunu ifade eder. Bu tanımı ve anlayışı basite almamak gerekir; zira günümüz siyasetine ruh veren temel mantık, bu bakışta yatmaktadır. Kendi iktidarı uğruna ülkeleri savaşa sürüklemekten, kriz, kaos ve çatışma ortamını derinleştirmekten, kadını, çocuğu, genci, yaşlısı ile tüm toplumu bir sürü halinde faşizmin fanatizmine kurban etmekten geri kalmayan küresel çaplı tüm politikaların sonuçlarını görmek için, sadece yaşadığımız coğrafyada günlük olarak yaşanan trajedilerin bilançosuna bakmak yeterlidir. Tüm bu yaşananları siyasetin -daha doğru ifadeyle, egemen siyaset anlayışının- sonuçları olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Toplumların elinden alınan kendi kaderine yön verme yetisi, zihinlere öyle bir işlenmiştir ki; nasıl yaşayacağına karar verme olan politika/ siyaset, bu işin okulunu okumuş egemen kesimin dışında kimsenin anlamadığı, kadınların ise ‘kafalarının hiç basmadığı’, toplumun geneli için en uzak durulası alanların başında gelmiştir.
Elbette tarihimiz de, günümüz de sadece bu karanlık yüzden ibaret değildir. Bir de politikanın gerçek anlamına kavuştuğu zamanlardan bugüne dek direnen bir damar olarak süzülen politik eylemler bütünü vardır. Tarih boyunca, halk özgürlük eğilimi olarak da tanımlayabileceğimiz tüm çıkışlar, politikanın öz dinamiklerine kavuştuğu zeminlerde yükselmiş ve toplumsal direnişlere yol açmıştır. Tüm bu süreçlerin birikimi, elbette siyaset bilimi ve felsefesinde özgürlükçü tanımlamaları da doğurmuştur. Örneğin, Hannah Arendt siyaseti insanlık durumunun temel bir unsuru olarak görmüş ve özgürlükle doğrudan ilişkilendirmiştir. “Siyaset özgürlükle başlar; bu özgürlük konuşma ve eylemde somutlaşır” diyerek, siyaseti iktidar mücadelesi ya da yöntemine indirgenmiş bir faaliyet olarak değil, insanların özgürlük temelinde bir araya geldiği yaratıcı bir alan olarak tanımlamıştır.
Bununla birlikte, ahlaki liderlik, şiddetsiz direniş ve hak mücadelesiyle 20. yüzyıla damgasını vuran Mahatma Gandhi’nin siyasete ilişkin yorumunu da es geçmemek gerekir. “Siyaset sevginin, hakikatin ve ahlakın bir aracıdır” diyerek siyaset tanımını bir güç mücadelesi olmaktan çıkarıp, toplumsal inşanın en önemli araçlarından biri olarak ele alır. Siyasetin etik değerler üzerine inşa edilmesi, yalnızca halkın çıkarlarını gözetmesi ve adaleti temel alan bir anlayışa dayanması gerektiğini ifade ederek, dönemin siyaset anlayışına kendi mücadelesiyle ciddi düzeltmelerde bulunur.
Not: Yazının devamı haftaya “Siyaseti İktidardan Arındırmak” başlığıyla yayınlanacaktır.
Bu yazı Jineolojî Dergisinin “Üçüncü Çizgi” dosya konulu 34. Sayısından kısaltılarak alınmıştır.







