Abu Kadir: Filistin halkı yıkım ve açlıkla yüz yüze
- 09:03 28 Kasım 2025
- Dünya
Melek Avcı
ANKARA - Aktivist Abeer Abu Kadir, Filistin’de son dönemde yaşananlara dair değerlendirmesinde Gazze’de top sesleri dursa bile başka bir savaşın başladığını söyledi. Abu Kadir, “Halkın geleceğe baktığında gördüğü tek şey büyük bir belirsizlik ve kayıp duygusu. Modern tarihin hiçbir döneminde dünya, iki yıl boyunca aralıksız, milyarlarca insanın gözleri önünde, canlı yayınlarla eşzamanlı izlenen böyle bir kitlesel imha suçu görmemiştir ”dedi.
Filistin Halkıyla Uluslararası Dayanışma Günü’nün 29 Kasım’da bir kez daha takvimlere değil, Gazze’nin yıkılmış sokaklarına, yerinden edilmiş kadınların, çocukların ve yaşlıların sesine yazıldığı bir dönemdeyiz. İsrail’in iki yılı aşkın süredir sürdürdüğü saldırılar, “ateşkes” söylemleriyle gölgelenmeye çalışılsa da sahadaki gerçeklik, açlık, kitlesel yıkım ve yerinden edilmenin kuşattığı bir yaşam mücadelesi. Kudüslü feminist aktivist Abeer Abu Kadir, Gazze’de top sesleri dursa dahi “başka bir savaşın devam ettiğini” belirterek modern tarihin en uzun zaman aralığında işlenen kitlesel imha suçuna dikkat çekiyor. Abu Kadir’e göre uluslararası açıklamalar sahadaki yıkımı gizlemeye yetmezken Filistin halkı, her gün hem açlıkla hem yerinden edilme politikalarıyla hem de sistematik saldırılarla yüz yüze bırakılıyor.
JINNEWS’in sorularını yanıtlayan Abeer Abu Kadir, işgalin coğrafyayı yeniden şekillendirmeye dönük planlarının sürdüğünü, ateşkesin ise yalnızca bu planları perdeleyen bir araç hâline geldiğini vurguladı.
“İnsanlar gelecek günlerde yaşamlarının nasıl şekilleneceğine, temel ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklarına ve yeniden inşa konuşulmadan önce nasıl güvenli hissedeceklerine dair büyük bir belirsizlik ve kayıp duygusu hissediyor.”
*İsrail’in saldırıları aralıklarla sürse de uluslararası kamuoyuna sık sık “ateşkes” görüntüsü sunuluyor. Bu ateşkesin halkın yaşamına gerçekten bir yansıması oldu mu?
Gazze halkı, top seslerinin susmasının ardından hâlâ başka bir trajediyi, yani kırılgan bir ateşkes ile boğucu bir insani kriz arasındaki yaşam mücadelesi veriyor. Ateşkesin yürürlüğe girmesinden bu yana, on binlerce insan, savaş boyunca göç etmek zorunda kaldıkları güney bölgelerinden yıkılmış evlerine dönme yolculuğuna başladı. Ancak vardıklarında, bir zamanlar evleri olan yerlerin sadece enkaz yığınlarından ibaret hâle geldiğini görüyorlar. Bu durum, savaş sona ermiş olsa bile, önlerinde başka bir savaşın, hayatta kalma savaşının durduğunu gösteriyor. Bununla birlikte, insanlar gelecek günlerde yaşamlarının nasıl şekilleneceğine, temel ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklarına ve yeniden inşa konuşulmadan önce nasıl güvenli hissedeceklerine dair büyük bir belirsizlik ve kayıp duygusu yaşadıklarını ifade ediyor. Bu esnada işgal güçleri, günlük saldırılarını ve ateşkes ihlallerini sürdürerek Gazze'nin çeşitli bölgelerini hedef alan hava saldırıları ve top atışları gerçekleştiriyor; aynı zamanda çok sayıda konutun yıkımı ve havaya uçurulması da devam ediyor. Tüm bunlar, savaşın başlangıcından bu yana ağır insani koşullar altında yaşayan halkın acılarını daha da derinleştiriyor. Ateşkes anlaşmasının başlamasından bu yana işgal güçleri 282 ihlal gerçekleştirdi; bu ihlallerde ateşkes sonrasında 242 kişi yaşamını yitirdi, 620 kişi ise yaralandı.
“Yüz binlerce kişi, en temel insani ihtiyaçlarından yoksun, aşırı kalabalık kamplarda barınıyor. İşgal güçleri, Cenin kenti ve Cenin Mülteci Kampı’na yönelik saldırılarını peş peşe 300 gündür sürdürüyor. Bu süre içinde Cenin Kampı’ndan 22 bin kişi yerinden edildi.”
* Gazze’de ve Batı Şeria’da savaşın getirdiği yıkım arasında günlük yaşam koşulları nasıl? Özellikle gıda, sağlık ve barınma gibi temel alanlarda durum nedir?
İşgal, özellikle kış mevsiminde, yeniden inşa için gerekli ekipmanların girişini engellemeye devam ediyor. Oysa bu dönemde, sel sularının yerinden edilmiş insanların çadırlarına ulaşmasını önlemek için setler kurmaya yönelik ekipmanlara ihtiyaç duyuluyor. Aynı zamanda siyonist varlık, bugüne kadar Refah Sınır Kapısı’nın açılmasına izin vermiyor; Gazze Şeridi dışında büyük miktarda insani yardım hâlâ bekletiliyor. İşgal ve aç bırakma politikasını sürdürürken, anlaşma gereği girişine izin verilmesi gereken yardımların bile yaklaşık yüzde 70’ini engelledi. Gazze Şeridi’nde yaşayan iki milyon Filistinli ise, güvenli barınakların olmaması, çadır eksikliği ve kışlık giysi ile battaniyelerin azlığı nedeniyle kış yaklaşırken her geçen gün derinleşen bir insani felaketle karşı karşıya. Yerinden edilen insanlar kutu gibi yerlerde, hiçbir mahremiyet olmadan, zor koşullarda hayatlarını sürdürmeye çalışıyor. Yüz binlerce kişi, en temel insani ihtiyaçlarından yoksun, aşırı kalabalık kamplarda barınıyor.
Gazze’deki sağlık sektörü ise hâlâ çok büyük bir baskı altında ve ilaç ile tıbbi cihazlarda ciddi bir yetersizlik söz konusu. 350 bin kronik hastanın tedavisi yapılamıyor; 42 bin yaralının ameliyat olması gerekiyor ve 6 bin kişi uzuv kaybına uğradı. 18 bin hasta, bölge dışında tedaviye ihtiyaç duyuyor. Tüm bunlar yaşanırken tıbbi laboratuvarların yüzde 70’i de tahrip edilmiş durumda. Batı Şeria ve Kudüs’teki durum ise şöyle: Yüzlerce yerleşimci, işgal makamlarının koruması altında, her gün sabah akşam Mescid-i Aksa’ya baskın düzenliyor. Bu saldırılar, Müslümanların ilk kıblesinin avlularında zaman ve mekân bakımından bir bölünmeyi dayatma amacı taşıyan işgal girişimlerinin parçası. Yahudi bayramları ve dini günlerde bu provakatif baskınların şiddeti daha da artıyor. Ayrıca Kudüs’te Silvan Mahallesi’nin Baten el-Hawa bölgesinde yerleşimciler, işgalciler desteğiyle iki evi zorla boşalttı; bu evlerden biri yaşlı bir Filistinli kadına aitti.
Her gün kasaba ve köylere baskın
Yine Kudüs’ün Cebel el-Mukabber bölgesinde yerleşimciler, zeytin hasadı yapan çiftçilere saldırmıştı. Öte yandan işgal belediyesine bağlı ekipler, birkaç gün önce yüksek para cezalarından kaçınmak için kendi evini “kendiliğinden yıkmaya” zorlanan Silvan’daki el-Bustan Mahallesi sakinlerinden birinin evini tamamen yıktı. Bu tür yıkımlar, Filistinlilerin yapı ruhsatı almasını neredeyse imkânsız hâle getiren kısıtlamalara rağmen, “ruhsatsız inşaat” gerekçesiyle verilen ardı arkası kesilmeyen yıkım emirleri doğrultusunda gerçekleştiriliyor.
Batı Şeria’da ise işgal güçleri özellikle Cenin, Tulkerem, Nablus, El-Halil ve Beytullahim başta olmak üzere çeşitli bölgelere yönelik baskın ve saldırılarını sürdürüyor. Bu baskınlarda saldırılar, gözaltılar ve ev yıkımları yaşanıyor. Tüm bunlar, mahalle sakinlerini hedef alan planlı bir tehcir politikasının ve kontrol dayatmasının parçası olarak yürütülüyor. Aynı zamanda sivillerin hareket özgürlüğü de sistemli bir şekilde engelleniyor. İşgal güçleri, Cenin kenti ve Cenin Mülteci Kampı’na yönelik saldırılarını peş peşe 300 gündür sürdürüyor. Bu süre içinde Cenin Kampı’ndan 22 bin kişi yerinden edildi; kamptaki 600’den fazla ev tamamen yıkıldı ve yeni yollar açılarak kampın yapısı değiştirildi. Cenin kentine ve kampına yönelik saldırıların başlangıcından bu yana 56 kişi yaşamını yitirdi, 200’den fazla kişi yaralandı. Ayrıca işgal ordusu, il ve ilçe genelinde her gün kasaba ve köylere baskın düzenlemeye, evleri aramaya, sivilleri sorgulamaya ve gözaltına almaya devam ediyor.
“Diğer tüm yerinden edilen siviller gibi, kadınların çoğu da gerçek bir açlıkla karşı karşıya. Kaynakların tamamen tükendiği, yaşamın en temel gereksinimlerinin bile bulunmadığı bu felaket ortamında geçim mücadelesi veriyorlar.”
* Savaşın sürmesiyle birlikte toplumda nasıl bir psikolojik, sosyolojik kırılma yaşanıyor? Özellikle çocuklar bu süreçte neler yaşıyor?
Gazze’de bir baba şehit düştüğünde hikâye bitmez; aksine acı ve çilenin yeni bölümleri başlar. Evler ve çadırlar, duvarlarında bombardımanın ve kaybın izlerini taşırken, çocukların babalarının fotoğraflarına tutunmasına ve annelerinin özlem ve sorumlulukla dolu kalplerle hayata karşı duruşuna tanıklık eden birer sahneye dönüşür. Daha karmaşık bir acı ise başka bir yerden doğar: Bu çocuklar üzerinde kimin velayet hakkına sahip olduğu ve onların bakım sorumluluğunu kimin üstleneceği yönündeki çatışmalar… Kırılgan bir hukuki ve toplumsal yapının içinde, ailede hayatta kalanların yükü katlanırken, çocuklar güvenlik, korunma ve geleceklerine dair ağır sorularla karşı karşıya kalır. Yeryüzü ateşe dönmüşken bir yaşam mücadelesi de sürüyor.
Deyr el-Belah’ın doğusunda yaklaşık dört dönümlük bir alana yayılan yetim kampında, rüzgârla savrulan küçük çadırlar, barut kokusunu taşıyan havayı içine çeker. Gazze semasını terk etmeyen keşif uçakları tepede dolaşırken, yerinden edilmiş insanlar yemek pişirmek ve ekmek yapmak için ateş yakar ve kamptan dumanlar yükselir. UNICEF raporları, Gazze’deki çocukların yaşadığı insani felaketin korkunç boyutlara ulaştığını gösteriyor: Savaşın başlangıcından bu yana 65 binden fazla çocuk bir veya her iki ebeveynini kaybetti. Neredeyse tüm çocuklar psikolojik travma yaşıyor ve sürekli yerinden edilme döngüsüne maruz kalıyor. 17 binden fazla çocuk tamamen öksüz kaldı veya ailelerinden ayrıldı. Eğitim ve psikososyal desteğin yokluğunda Gazze’nin yeni nesli yok olma riskiyle karşı karşıya.
Unutmamak gerekir ki işgal zindanlarında da kadın ve erkek tutsaklarımız hâlâ ağır koşullar altında tutuluyor. İşgal hapishanelerinde toplam 10 bin 741 tutsak bulunuyor ve çok zor şartlar altında yaşıyorlar. Tutsakların büyük bir kısmı son derece dar alanlarda tutuluyor, dünyadan tamamen koparılmış durumdalar. Aile ziyaretleri tamamen yasaklandı; tutsaklar aileleri hakkında hiçbir şey bilmiyor. Uluslararası Kızılhaç Komitesi temsilcilerinin ziyaretleri engellendi ve avukatların tutsakları görmesine ciddi kısıtlamalar getirildi. Son takas anlaşması sonrası kadın tutsakların büyük bir bölümü serbest bırakılmıştı ancak takasın ardından işgal yönetimi yeniden 47 kadını gözaltına aldı. Bu kadınlar işkenceye, aç bırakılmaya, ağır fiziksel şiddete maruz kalıyor, özellikle başörtülü kadınlar açısından mahremiyet tamamen ortadan kalkmış durumda. Erkek gardiyanlar kapıları habersiz şekilde basarak koğuşlara giriyor; kadınlar bu yüzden gece gündüz tam kıyafetle uyumak zorunda kalıyor. Ayrıca işgal hapishanelerinde 18 yaş altı çok sayıda çocuk bulunuyor. Bu çocuklar da aynı ağır koşulları yaşıyor, cilt hastalıklarına maruz kalıyor. Uyuz nedeniyle bir çocuk tutsağın gözleri önünde hayatını kaybetmesi, diğer çocuklar arasında büyük bir korku ve dehşet yarattı.
*Peki ya kadınlar, en çok hangi sorunlarla yüz yüzeler?
Şehit babaların yokluğu, ailelerinin hayatında kapanmayan bir yara olarak kalıyor; ancak annelerin çocuklarının geleceğini güvence altına alma çabası durmuyor. Savaşın dayattığı ağır koşulların ortasında, yıkıntılar arasında ve kaybın hafızasında Gazzeli aileler direnç hikâyelerinin yeni bölümlerini yazıyor. Gazze’deki kadınların büyük çoğunluğu aşırı kalabalık alanlarda, sağlık hizmetlerinin yokluğunda ve mahremiyetin tamamen kaybolduğu koşullarda yaşıyor. Okulların sınıflarında, bahçelerinde ya da her yere kurulan çadırlarda kalan kadınlar; tuvalete erişim sıkıntısı, su bulamama ve uygun hijyen ortamlarının yokluğu nedeniyle büyük bir sıkıntı yaşıyor. Binlercesi, soğuk hava koşullarında battaniye, yatak ve kışlık kıyafet yetersizliğiyle mücadele ediyor. Defalarca yerinden edilmek zorunda kalan kadınlar, her seferinde eşyalarını ve temel ihtiyaçlarını kaybediyor. Diğer tüm yerinden edilen siviller gibi, kadınların çoğu da gerçek bir açlıkla karşı karşıya. Gıda malzemelerinin yokluğu nedeniyle hamile ve emziren kadınların durumu daha da ağırlaşıyor. Nüfusun büyük bölümü varsa günde bir öğünle yetinmek zorunda kalıyor. Yaşlı kadınlar kronik rahatsızlıkları için ilaçlara ulaşamıyor; çadırlarda ve geçici barınma yerlerinde soğuğa karşı koyamıyor; yazın ise aşırı sıcak, haşereler, hastalıklar ve salgınlar yaşam koşullarını daha da dayanılmaz hâle getiriyor. Eşleri, babaları veya çocukları şehit olan binlerce kadın artık ailelerinin sorumluluğunu tek başına taşıyor. Kaynakların tamamen tükendiği, yaşamın en temel gereksinimlerinin bile bulunmadığı bu felaket ortamında geçim mücadelesi veriyorlar. Bu soykırımda şehit olan kadınlar toplumun her kesimindendi: Gazeteciler, sağlık çalışanları, BM personeli, sivil toplum örgütü üyeleri…
İsrail işgal ordusu modern tarihin çocuklara yönelik en büyük katliamını işledi
Bugün Gazze’de 55 bin hamile kadın, sağlık hizmetlerine erişimin engellenmesi, kuşatma ve açlık nedeniyle her an ölüm tehlikesi altında. Bu durum, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir üreme soykırımıdır. Hastaneler yıkıldı, ilaçlar ile sterilizasyon ve anestezi malzemeleri engellendi. Kadınlar, felaket koşullarında doğum yapmaya zorlanıyor. Günde 160 bebek dünyaya geliyor ve bu bebekler, doğar doğmaz ölümle yüz yüze, çünkü ne mama ne de temel tıbbi bakım var. İsrail işgal ordusu, modern tarihin çocuklara yönelik en büyük katliamlarından birini işledi: 18 binden fazla çocuk şehit oldu; birçoğu aileleriyle birlikte enkaz altında can verdi. Bu, tüm uluslararası yasaları hiçe sayan bir suç niteliğinde. Çocukların düşleri, Filistinlilerin hafızasında acı dolu görüntülere dönüştürüldü. Ayrıca Gazze’de eğitim neredeyse tamamen yok edildi: 785 bin öğrenci eğitimden mahrum bırakıldı, 13 bin 500 öğrenci şehit oldu, 830 öğretmen ve eğitim çalışanı yaşamını yitirdi, 193 bilim insanı, akademisyen ve araştırmacı şehit edildi, Okul ve üniversitelerin yüzde 90’ı tamamen yıkıldı.
“Siyonist işgal, uluslararası denetimin yokluğundan yararlanarak Gazze’deki saha coğrafyasını yeniden şekillendiriyor ve ateşkes sürecini, bölgedeki yaşamı tamamen yok etmeyi sürdürmek için bir örtü olarak kullanıyor.”
*Uluslararası kurumların “insani aralar” ya da “kısmi ateşkes” açıklamaları sahada ne kadar karşılık buluyor? İsrail gerçekten ateşkese uyuyor mu ki mevcut yaşam koşullarına baktığımızda ateşkesin insani kriz için tek başına yeterli olmadığı görülüyor.
İşgal, Gazze’deki ihlallerini sürdürerek kuzey ve güney bölgelerini hedef alan bir dizi hava saldırısı ve top atışı gerçekleştiriyor. Savaş, tankların çekilmesiyle ya da uçakların durmasıyla bitmiyor; çünkü işgalin geride bıraktığı binlerce patlamamış bomba ve mühimmat hâlâ enkazların arasında, sokaklarda ve yıkılmış evlerde duruyor. Bu kalıntılar, evlerine dönmeye çalışan çocuklar, kadınlar ve siviller için sürekli bir ölüm tehlikesi oluşturuyor. Siyonist işgal, uluslararası denetimin yokluğundan yararlanarak Gazze’deki saha coğrafyasını yeniden şekillendiriyor ve ateşkes sürecini, bölgedeki yaşamı tamamen yok etmeyi sürdürmek için bir örtü olarak kullanıyor. İşgal, Gazze Şeridi’nin coğrafi bütünlüğünü parçalayarak burayı birbirinden kopuk, yaşanamaz alanlara dönüştürmeye çalışıyor. Euro-Med İnsan Hakları Gözlemevi, ateşkes ihlallerini izlemek ve işgalci gücün davranışlarını belgelemek üzere Birleşmiş Milletler himayesinde uluslararası bir heyetin bölgeye gönderilmesi çağrısında bulundu. Gözlemevi, işgal ordusunun Gazze’de işlediği kasıtlı katletme vakalarının sürdüğünü belgeledi. Son dört hafta içinde işgal güçlerinin günde yaklaşık sekiz Filistinliyi öldürdüğü tespit edildi.
*Saldırılar sürerken ve geride bir enkaz varken sizce halk için , “ateşkes” kavramı artık güvenilir bir umut olmaktan çıktı mı ve bu kavram artık anlamını yitirdi denilebilir mi?
Evet, halkın bakış açısından ateşkes kavramı bir umut kaynağı olarak güvenilirliğini kaybetti. Evet, savaş yasaları bağlamında da anlamını yitirdi; çünkü bu işgal hiçbir uluslararası yasa ve kurala saygı duymuyor ve onları uygulamıyor. Savaşı durdurma karşılığında Gazze’nin topraklarının yüzde 50’sini işgal etti; bu da savaşın kalan askeri hedeflerini güvence altına almak içindi.
“Hem Arap hem de uluslararası düzeyde süren sessizlik yalnızca insanlık adına büyük bir ahlaki çöküş değil, aynı zamanda Arap ve İslam dünyasında, hatta küresel ölçekte toplumsal ve tarihsel öznenin derin bir dönüşümüne işaret ediyor. Sessizliğin, katliamla yan yana var olduğu bir yaşam biçimini…”
* Peki, uluslararası toplumun, özellikle Avrupa ülkelerinin ve Arap devletlerinin bu süreçteki tutumunu nasıl görüyorsunuz?
Benim görüşüme göre, özellikle iki yıl boyunca devam eden savaş süresince Arap ülkelerinin hiçbir rolü olmadı; yalnızca gerekçesiz bir sessizlik hâkimdi. Bu ülkelerdeki Arap halklarının küçük bir kısmı ise ancak sınırlı biçimde harekete geçti. Bununla birlikte, Yemen, Irak, Lübnan ve İran gibi Filistin halkının yanında duran direniş hattı ülkelerini unutmamak gerekir; bu ülkelerin hem maddi destek hem de yürüyüşler ve halk gösterileri yoluyla Filistin halkına ve direnişe açık ve etkili bir desteği oldu. Ayrıca Avrupa halklarının da net bir rolü vardı; sokaklara indiler, siyonist varlığı destekleyenlere karşı boykot kampanyaları düzenlediler ve hükümetlerine soykırımın durdurulması için baskı yaptılar. Ancak ateşkes konusundaki rollerine gelince, bu yalnızca Amerikan baskısına ve ilgili ülkelerin kendi çıkar hesaplarına dayanıyordu; işgalcinin ateşkese zorlanması bu nedenle gerçekleşti. Çünkü bu savaşın asıl kaybedeni işgalci güç oldu. Soykırım ve aç bırakma politikaları nedeniyle dünya genelinde itibarını kaybetti. İşgalci ve ABD’nin önceliği, Arap ülkeleri üzerinde hâkimiyet kurmak ve onları bu varlıkla normalleşmeye zorlamaktı.
Başkalarının katledilişini izlerken, ertelenmiş ölümlerine sessizce tanıklık ettiler
Dolayısıyla Filistin’de, ayrıca Lübnan ve Yemen’de yaşananlara karşı hem Arap hem de uluslararası düzeyde süren sessizlik yalnızca insanlık adına büyük bir ahlaki çöküş değil, aynı zamanda Arap ve İslam dünyasında, hatta küresel ölçekte toplumsal ve tarihsel öznenin derin bir dönüşümüne işaret ediyor. Bu yokluk artık sadece siyasi geri çekilme, kurumsal yetersizlik ya da örgütsel zayıflık değil; sermayenin ve emperyalist sistemin kolektif bilinci, siyasi tahayyülü ve insan davranışını yeniden şekillendirmesinin bir yansımasıdır. Bu dönüşüm, insanları hayatın tek bir biçimini kabul etmeye itiyor: Sessizliğin, katliamla yan yana var olduğu bir yaşam biçimini… Böyle bir düzende sessiz kalanların umudu, siyonist-emperyalist vahşet makinesinin bugün başkalarını öldürürken yarın kendilerini öldürmeye gelmeyeceği yönünde zayıf bir beklentiye dönüşüyor. Bu vahşi kapitalizm, kolektif eylemi içinden boşalttı ve insanları birbirinden kopuk bireyler olarak yeniden üretti. Böylece insanlar başkalarının katledilişini izlerken aslında yalnızca kendi ertelenmiş ölümlerine sessizce tanıklık etmekten başka bir şey yapamaz hâle getirildi.
“Modern tarihin hiçbir döneminde dünya, iki yıl boyunca aralıksız, milyarlarca insanın gözleri önünde, canlı yayınlarla eşzamanlı izlenen böyle bir kitlesel imha suçu görmemiştir.”
* Bu saldırılar bir yıldan uzun süredir devam ediyor. Sizce bu savaşın arkasındaki büyük resim nasıl okunmalı, Ortadoğu’nun yeni bir haritasını çizme girişiminin parçası mıdır?
Bugün Filistin’de yaşanan soykırım savaşları, bölge halklarına ve dünyaya karşı yürütülen uzun bir emperyalist-sömürgeci Batı şiddeti tarihinin devamıdır. Filistin’e özelde, Arap dünyasına genelde yönelen saldırılar, aynı zamanda küresel ölçekte gıda ve insani güvenlik alanında yaşanan felaketlerle ve askeri düzeydeki küresel gerilimlerle eşzamanlı ilerliyor. Filistin ve Lübnan’da süren savaşları, daha geniş Batı emperyalist projesinden bağımsız okumak mümkün değil. Bu savaşlar, istisnai veya münferit olaylar değil; kesintisiz biçimde yeniden üretilen, sürekli güncellenen soykırım mekanizmalarını devreye sokan bir Batı sömürge-emperyal projenin tekrar eden duraklarıdır. Bu bakış açısından, direniş yalnızca koşullara bağlı bir tepki değil, bir varoluş zorunluluğu, özgürleştirici bir ufuktur. Çünkü bu proje sadece Filistin halkını sistematik olarak yok etmeyi amaçlamıyor; Arap halkının siyasi ve kültürel varlığını bütünüyle ortadan kaldırmayı, kökünden sökmeyi hedefliyor, sadece boyun eğdirmek ya da kontrol etmek değil, tamamen yok etmek istiyor.
Siyonist varlık, ABD önderliğindeki Batı sistemi tarafından sınırsız destekle yürüttüğü katliamların doruk noktasındayken, bazı Arap ve Filistinli çevrelerde soykırımı basitleştiren, onu nesneleştiren yaklaşımlar ortaya çıktı. Bu yaklaşımlar soykırımı yalnızca insani, hukuki ya da cezai bir mesele gibi ele alıyor; onu mevcut çatışmadan kopuk, istisnai bir olay gibi değerlendirmeye çalışıyor. Bu nedenle odak çoğu kez sadece suçları belgelemek ve bunları uluslararası hukuk çerçevesine yerleştirmekle sınırlı kaldı, fakat bu çerçeve felaketin ağırlığına ve tarihsel-varoluşsal boyutlarına uygun bir direniş pratiğine dönüşmedi. Artık açıkça görülüyor ki yaşananlar, Filistin sınırlarını aşan, Arap bölgesinin tüm siyasi coğrafyasını ve hatta tüm küresel Güney’i hedef alan daha geniş bir Amerikan-Avrupa emperyal projesinden ayrı düşünülemez.
Son iki yılda her zamankinden daha net bir şekilde ortaya çıktı ki siyonist varlık bu projenin temel icracı aracıdır; kirli işi onların adına yürütmektedir. Gazze’de, Filistin’de, ayrıca bugün Lübnan ve Yemen’de yaşananlar; ne sadece korkunç bir insani trajedi olarak sınırlanabilir ne de yalnızca uluslararası hukuk ihlali olarak daraltılabilir, bütün bunlar doğru olsa bile. Aynı şekilde, yaşananları modern tarihteki diğer soykırımlardan biri olarak tanımlamak da yeterli değildir. Çünkü modern tarihin hiçbir döneminde dünya, iki yıl boyunca aralıksız bir şekilde, milyarlarca insanın gözleri önünde, canlı yayınlarla eşzamanlı izlenen böyle bir kitlesel imha suçu görmemiştir. Gazze’de 7 Ekim 2023’ten bu yana yaşananlar, insanlığın tanık olduğu en uzun zaman gerçekliğinde işlenen soykırım örneğidir.
“ ‘Yeni Ortadoğu’ projesinin özü; etnik temizlik, zorunlu göç, toplu yerinden edilme ve Filistin halkının bütünüyle yok edilmesidir. Gazze, sadece bir ‘Filistin–İsrail çatışması sahası’ değil; Hindistan, Körfez ülkeleri, Türkiye, Avrupa, Çin, Rusya ile birlikte ABD ve İsrail’in çıkarlarının kesiştiği küresel bir stratejik düğümdür.”
* Filistin halkına dönük saldırıların bu “yeni dizayndaki” yeri nedir? Filistin direnişi, bu dizaynın neresinde duruyor?
Bu vizyonlar, Benjamin Netanyahu’nun “Milletler Arasında Bir Yer” adlı kitabında vurguladığı ve Donald Trump’ın son dönemde “Sykes–Picot sınırlarının değiştirilmesi gerektiği, çünkü bu sınırların artık geçerli olmadığı” yönündeki açıklamalarında dile getirdiği hayali düşünceler ya da komplo teorileri değildir. Aksine, uzun zamandır bölgedeki Amerikan ve İsrail üstünlüğünü garanti altına almak amacıyla çizilen stratejik planlardır. Bu planlar, bölgenin kimliklerinin ve sınırlarının yeniden şekillendirilmesini gerektiren radikal bir perspektife dayanıyor; bu anlayış, stratejik çıkarların öyle gerektirdiği durumlarda halkların eritilip yok edilebileceğini savunan Nazi yaklaşımından pek de farklı değildir. Tam da Gazze Şeridi’nde siyonist işgal tarafından gerçekleştirilen soykırım gibi…
"Yeni Ortadoğu" projesinin özü; etnik temizlik, zorunlu göç, toplu yerinden edilme ve Filistin halkının bütünüyle yok edilmesidir. Gazze halkının gösterdiği direniş ise Filistin meselesinin sınırlarını aşan, bölgesel ve küresel stratejik çatışmanın özüne dokunan boyutlar taşımaktadır. ABD ve İsrail dış politikalarının “Yeni Ortadoğu”yu tasarlarken dayandığı liberal yeni yaklaşım, yeni bilinç modeli ve inşacı perspektif, Gazze gerçeği karşısında çökmektedir. Gazze, emperyal ekonomik entegrasyonu engelliyor; Gazze, askeri üstünlük efsanesini sarsıyor; Gazze, ulusal özgürlük kimliğinin parçalanmasına meydan okuyor. Dolayısıyla Gazze, hegemonyayı ve kontrolü hedefleyen bu stratejik planların önündeki en güçlü engeldir.
Artık Gazze, sadece bir “Filistin–İsrail çatışması sahası” değil; Hindistan, Körfez ülkeleri, Türkiye, Avrupa, Çin, Rusya ile birlikte ABD ve İsrail’in çıkarlarının kesiştiği küresel bir stratejik düğümdür. Bu küçük coğrafi bölgenin kaderi, hem bölgesel hem de uluslararası düzenin geleceği üzerinde devasa etkiler taşımaktadır; ister Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesi olsun, ister gelecekte dünyanın denetimini geleneksel hegemonya güçlerinin mi yoksa yükselen meydan okuyucu aktörlerin mi ele alacağı sorusu olsun…Bu nedenle Gazze, gerçekte bugünün dünyanın kalbidir. Gösterdiği direniş ise sadece Filistin davasının sınırlarını aşmıyor; bölgenin tüm geleceğini belirleyecek bir boyut taşıyor. Yani seçenek çok net: Ya yıkım, bölünme ve mutlak siyonist–Amerikan hegemonyası ya da Filistin’in direnişiyle mümkün olan ayakta kalma, yeniden inşa ve bütünlüklü kalkınma. Sonuç olarak talep edilen şey açıktır, halkımıza yönelik soykırımın Gazze’de derhal ve tamamen durdurulması.











