
Çağrı bu gidişata yönelik devrimci bir müdahaledir
- 09:02 13 Nisan 2025
- Kadının Kaleminden
“Süreci olumlu ya da olumsuz değerlendirenlerin çoğu pragmatist konjonktürel zemine dayandırarak ele alıyor. Oysa Önderliğin çağrısının içeriği toplumsal yaşam stratejisidir. Demokratik Modernite kitabını okuyan herkes görecektir ki bu ne konjonktürel ve pragmatist ne de siyasal bir anlaşmadır.”
Zerrin Yılmaz
Tanıdık duygular değildi hissedilenler. İnsanda alışkanlık haline gelen duygular vardır, çoğumuz için son 26 yılda yaşanan siyasi kısırdöngü duygusal anlamda da kısırdöngüye neden olmuştu. Hatta insanlık için toplumlar için belirli siyasi seçenekler; kazanmak- kaybetmek, yenmek-yenilmek, sürekli savaş hali-mutlak bir teslimiyet gibi ikilemler arasında toplumsal hissiyatımızda şekillenmiştir. Başka türlüsünü ya hissedemez olmuşuz ya da hissizleştirilmişiz. Önderliğin çağrısı adeta ruhumuzda dalgalanmalar yarattı. Yıllar sonra fotoğrafını, ondaki fiziksel değişimi görmenin yarattığı heyecan…Sesini duymayı, mesajını görüntülü almayı beklemek ancak bunun gerçekleşmemesiyle yaşanan kırgınlık…Yeni bir sürecin başlamasından duyulan mutluluk…Düşünce kalıplarımızı yerle bir eden çağrısının düşünsel dayanakları, PKK’nin feshi ve bir efsanenin dönüşümünün eşiğinde olduğunu bilmenin ve daha bir çok durumun aynı anda beyne akması çeşitli, dalgalı bir duygu durumu yarattı. “Şu duyguyu yaşadım” demek yavan kalır. Yeni duygu durumlarıyla karşılaşmak, mutluluk, endişe, boşluk, telaş, hüzün, heyecan, anılar,, hayaller aynı anda yaşandı. En özel fark şuydu sanırım; hiçbir duygu iktidarı çağrıştırmıyordu. Başarı ve başarısızlığın, mutluluk ve mutsuzluğun iktidar olmakla özdeşleştiği bir zamanda iktidar vaadi olmadan yaşandı her duygu.
Süreç ile ilgili birbirinden farklı yorumlar yapılıyor. Siyaseten durduğu yerden bakıp negatif anlam biçen taktiksel ve pragmatist bir muhtevadan olduğunu iddia eden, seçime endeksli değerlendiren iki taraftan birinin kaybı olarak gören, konjoktürel durumun kaçınılmaz sonucu olarak ele alan, yanında duran ve daha nice fikir ortaya çıkmaktadır. Kuşkusuz bu değerlendirmelerde süreci zamanın öngörüsünden, ruhundan uzak değerlendirmenin payı kadar yöntemin özgünlüğü ve alışılmışın ötesinde olmasının da payı vardır. Sürecin bütün ipuçları “paradigma değişimi” ifadesinde yer alıyor. Çağrı, emperyalizmin Orta Doğu üzerinde ulus devlet projesiyle hayata geçirmek istediği yer yer milliyet, yer yer din temelli savaş stratejisine karşı radikal ve stratejik bir müdahale olduğu kadar Ortadoğu toplumu için yeni bir seçenektir de. Emperyalizm çağrıya içkin olan bu seçeneği yok etmek için 26 yıl önce uluslararası komployla Önderliğin esaretine sebep oldu. Ve sonrasında hiç görülmemiş boyutta, uzun yıllara dayanan ağırlaştırılmış bir tecrit uygulandı. Ne ki bugün tüm tecrit ve esaret koşullarını aşarak Önderlik, Ortadoğu halklarına bu seçeneği sundu. Dahası bu seçeneğin siyasi iradesi olarak tüm sorumluluğu üstlendi. Bu seçeneğin yeni paradigmanın özünü kavramak için Ortadoğu’da savaşların sebeplerini ve kime hizmet ettiğini görmek yeterlidir.
Orta Doğu dışarıdan dayatılan ulus devlet (milliyetçilik) ve dini yapıya sahip kimliklerin esareti altındadır. Kuşkusuz insan toplum olarak var olduğu andan itibaren kimlik sahibi olmuştur. İnsan birey olarak tektir ancak toplum olarak kimliktir. Coğrafya, zaman, kültürler yaratır ve kimlikleştirir. Kimlikler düşüncenin, tarihin, dilin form kazanmasıdır. Kimlik insanın ikinci doğaya doğru evrimleşmesidir. Çok kimlikli olmanın esası da ucu bucu açık olmasıdır. Ucu açık kimlik de kültür çeşitlenir, kaynaşır ve yeni varlıklar şeklinde oluşum gösterir. Doğadaki canlının, varlığın simbiyotik ilişki halinde olup çeşitlenmesi gibi kimlikler ve kültürler de simbiyotik ilişki ile çeşitlenerek varlığını sonsuz kılar. Bu değişim ile ölümsüzleşmek demektir. Toplumların doğasında simbiyotik ilişki ve kabullenme, kaynaşma, çeşitlenme ve form kazanma vardır. Kimliklerin bu anlamdaki değerlerine paha biçilemez. Bu ilişki ağında savaş, şiddet gibi unsurlar kısmi ve geçicidir.
Mevcut savaşların esasında kuşkusuz ki katılaşmış kimlikler oluşturuluyor. Bu kimliklerin toplumun öz değerleri değil, emperyalizmin siyasal projesi olduğunu söylemek gerekiyor. Toplumlar hiçbir zaman katı, kapalı, savaş sebebi olacak kimlikler yaratmadı. Bugün bile coğrafi sınırları içine sindirmiş değil. Özgünlükleriyle birlikte bir arada yaşamayı özümsemiş olan toplum hala bütün sanat-edebiyat ve kültürel eserlerin de sınırlarını reddediyor. Ucu açık olmayan, katı, kapalı kimlik oluşumları toplumsal aidiyeti- dokuyu tahrip eden, bölen, parçalayan sistemlere ve emperyalizmin tekelci projelerine kapıyı ardına kadar açmıştır. Homojen olmayan toplumsal gerçekliklere ulus-devlet ve dinci dayatmaların savaş dışında tanıdığı bir seçenek yoktur. Uluslar ve inançlar hiçbir zaman homojen bir yapıda olmadığından tanımları da tüm anlamıyla yapılamıyor. Ne dil, ne kültür ne coğrafya ne inanç ulusu tanımlamaya yetiyor. Pozitivist tanımlara sığındıkça toplum bölünüyor, ufalanıyor, anlamsızlaşıyor. Hakikat bu iken siyaseten dayatılan ulus, din devletleri kimliği nasıl taşıyabilir? Kapalı ve katılaşmış kimliklerin yarattığı tek sonuç birbirini yok etmek, zayıf düşürmek ve müdahaleye açık hale getirmektir.
Önderliğin çağrısı tam da burada tarihsel bir anlam kazanıyor; çağrı bu gidişata yönelik devrimci bir müdahaledir. “Demokratik toplum paradigması”nda ifadesini bulan toplumsal nitelik ve unsurların canlanması, yeni bir anlam kazanmasıdır. Sosyalizm, komünal toplum, demokratik toplum, demokratik ulus nedir diye soracak olursak, devletçi, dinci, sınıfçı, cinsiyetçi olmayan tüm bunların olmadığı bir gerçekliktir. Bunlar insanın yaşam stratejisi olan toplumun dokusunu tahrip eden emperyalist dayatmalardır. Şunu net olarak vurgulayalım ki uluslar, kültürler, inançlar, cinsiyetler toplumsal özellik ve niteliklerdir. Ayrıştırıldığında geriye toplum kalmaz ama ayrıştırma olmadan da topluma müdahale edilmez. Kapitalist modernitenin esas müdahalesi toplumun kendisinedir.
Son zamanlarda “komşu komşunun külüne muhtaçtır” gibi kimi kadim deyimler yeniden anlam kazanıyor. İnsanlık komşusundan aldığı ateşle ocağını beslemiştir. Tuz zamanında en değerli baharatmış, komşulukta en çok paylaşılanın tuz olduğunu masallarımız anlatır. Masalların orjinali hangi halka aittir bilinmez çünkü bütün çocuklar aynı masallarla büyüdü. Dicle-Fırat hangi toprağa aittir? Ararat kimin değildir? İstanbul kimin dili, kültürü? Halep kenarından geçmeyen kervan var mıdır? Bu sorulara verdiğimiz cevaplar bizi savaşa mı sürükler yoksa birlikte yaşamanın anlamına mı götürür? Tarihsel gerçeğe mi ışık tutar, karanlığa mı işaret eder? Bir şehir sayısız ulus, inanç, dil ve kültürdür. Bir nehir hepimizin kapısının önünden geçer, hepimizin tarlasını sular. Bu şehirleri, nehirleri bölelim mi, uğruna savaşalım mı yoksa birlikte mi yaşayalım?
Buradan bakınca anlıyoruz ki ulus, din veya başka bir kapalı, daraltılmış kimliğe dayanan herhangi bir seçenek bizim çözümümüz olmadı, olamaz. Tek çözüm demokratik toplumdur. Bu, her şeyden önce kadının öncü güç olması demektir çünkü Önderliğin de dediği gibi “toplumu yaratan olarak kutsallık kadına aittir.” Dolayısıyla demokratik toplum inşacısı en başta kadın olmalıdır.
Süreci olumlu ya da olumsuz değerlendirenlerin çoğu pragmatist konjonktürel zemine dayandırarak ele alıyor. Oysa Önderliğin çağrısının içeriği toplumsal yaşam stratejisidir. Demokratik Modernite kitabını okuyan herkes görecektir ki bu ne konjonktürel ve pragmatist ne de siyasal bir anlaşmadır. Konjonktürel durum sadece meselenin aciliyetini göstermiş ve kendini ifade etme olanağı sağlamış olabilir ancak toplumsal yaşam stratejisinin paradigmasının teorik açılımı Demokratik Modernite kitabında yeterince açıktır. Demokratik siyasetin, demokrasinin kurumsallaşmasının önü tecritle kapatılmaya çalışıldı, zamanla etkisiz kılınmak istendi ancak Önderliğin çağrısında ifadesini bulan içerik ne yeni bir düşüncedir ne de taktikseldir.
Son olarak şunu ifade etmek istiyorum; alışkanlıklardan ayrılmak her zaman boşluk duygusu yaratır. Alışılan mücadele tarzından ayrılmak bizde böylesi bir duygu yaratmış olabilir. Ancak toplumsal dönüşümü düşündükçe ve onun katılımcıları olma rolümüzü kavradıkça inanılmaz bir heyecan duyuyoruz. Biz aslında ‘devrim sonrası’ diye düşündüklerimizi bugün yapıyor olacağız. İşte sosyalist, komünal, demokratik toplum inşası ve mücadelesi… Bunu bizim gibi, bizden olmayanın da hissetmesini arzuluyorum.
Sincan Kadın Kapalı Cezaevi.